19 Mart 2010 Cuma

BUHÂRÎ-İMÂM-I ÂZAM İHTİLAFI

BUHÂRÎ-İMÂM-I ÂZAM İHTİLAFI








İşitildiği zaman büyütülmemesi, yanlış anlaşılmaması için, aralarında muasırlık olmayan Buhârî-İmâm-ı Âzam ihtilafının iç yüzünü açıklayan bir bahsi yine Yeni Usûl-i Hadîs adlı tercümemizden aşağıya iktibas ediyoruz. Bu yazıyı, eskiden beri alimler arasında, ilmî görüş ayrılığını taşarak hissiyatın ve ölçüsüzlüğün rol oynadığı ihtilafların olageldiğini gösteren başka örneklere de yer vermesi bakımından ayrı bir kıymete haizdir.[1]







--------------------------------------------------------------------------------



[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/387.

Bu Mihnetin Râvi Ve Muhaddis Saflarında, Cerh Ve Ta'dîl Kitaplarında Meydana Getirdiği Te'sîrler

Bu Mihnetin Râvi Ve Muhaddis Saflarında, Cerh Ve Ta'dîl Kitaplarında Meydana Getirdiği Te'sîrler






İmâmu Ahmed'e işkence edilmesine sebep olan ve bir çok âlimin de başını yiyen bu fitne ateşinin sönmesinden sonra bu mesele husûsî, şenî bir vasıf kazandı. Bu vasıfla Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenlerle söylemeyenler derhâl tanınıyordu. Birçok ehl-i ilim arasında geniş ihtilâf ve şikâk vesîlesi oldu. İsnâd ve hadîsleri zayıflatan diğer cerh ve ta'dîl sebebleri arasına geçti. Bu töhmetle pek çok sika ve sağlam âlim, muhaddis, fakîh, kâdı ve râvî, bu husûsta tevakkuf edip hiç bir şey söylemedikleri veyâ ifrâd ve tefrîde düşmeksizin doğru olanı söyledikleri için cerh edildiler. Bu cerhler cerh ve ta'dîl kitâblarında yaygın şekilde görülmektedir.



Bu mesele, bir başka cihetten de intikâm ve ezâ vesîlesi yapılmıştır. Bir kısım insanlar hasımlarına, zulüm ve düşmanlık gâyesiyle onlardan intikâm almak için bununla iftirâ etmişlerdir. Kim bir âlime kin beslemişse onu: "Kur'ân mahlûktur" demekle ithâm etmiştir. O, bununla âlimi cerhetmek ve nâsın ona olan güvenini o asırda ehl-i sünnet nazarında mûteber olan mikyâs ve ölçülerle yıkmayı düşünmüştür.



Bu mesele ile cerh dâiresi o kadar genişledi ki, İmâmu Buhârî ve onun şeyhleri olan Yahyâ İbnu Ma'în, Aliyyübnü'l-Medînî, Yezîd İbnu Hârûn, Züheyr İbnu Harb vs. gibi sünnet-i mutahharanın hıfzında ve hadîs ilimlerinde imâmetlerinde icmâ edilen büyük imâmları bile yakaladı.



Hâfız İbnu Hacer, Hedyü's-Sârî'de şunu nakleder: Hâkîm Ebû Abdullâh en-Nîşâbûrî, Târihi Nîşâbur da der ki: "Hâtim İbnu Ahmed İbni Mahmûd der ki: "Müslîm İbnu Haccâc'ın şöyle dediğini işittim: "Muhammed İbnu İsmâîl -Yani Buhârî- Nîsâbur'a geldiği vakit Nîsâbur halkının gösterdiği ilgiyi oradaki vâli ve âlimler de aynen gösterdi. Kendisini beldelerinden iki üç, merhâle uzakta karşıladılar. Muhammed İbnu Yahyâ ez-Zuhlî -asrında Nîsâbur'un şeyhidir-, meclisinde dedi ki: "Yarın isteyen Muhammed İbnu İsmâil 'i karşılasın. Şahsen ben karşılamaya gideceğim". Ertesi gün Buhârî'yi Muhammed İbnu Yahyâ başta bütün Nîsâbur âlimleri karşıladılar.



Şehre geldi ve Buhârâlıların yanına misâfir indi. Muhammed İbnu Yahyâ bana dedi ki: "Ona kelâm mevzûunda bir şey sormayın. Zirâ, eğer O, bizim kabûl etmiş bulunduğumuz görüşe muhâlif bir görüşle cevap verirse onunla aramıza soğukluk girer. Üstelik Horâsan'da ne kadar Nâsibî, Râfızî, Cehmî, Mürci'î varsa bize karşı şamataya kalkar". Halk Muhammed İbnu İsmâil'in etrâfını sardı, ev ve damlar doldu. Gelişinin ikinci veya üçüncü günü idi ki, cemâatten birisi kalkarak Halku'l-Kur'ân meselesini sordu. Buhârî "Bütün fiillerimiz mahlûktur sözlerimiz de fiillerimizdir " dedi.



Bunun üzerine nâs arasında ihtilâf çıktı. Bir kısmı: "Benim Kur'ân'ı telâffuzum mahlûktur" dediğini, bir kısmı ise böyle söylemediğini ileri sürdü. Birbirleriyle kavga edecek derecede bu meselede ihtilâfı büyüttüler. Mahalle halkı toplanıp Buhârî'yi oradan sürüp çıkardı.



Buhârî der ki: "Ubeydullah İbnu Sa'îd'i yani Ebû Kudâme es-Sarahsî'yi dinledim. Diyordu ki: "Dâimâ arkadaşlarımın şöyle söylediklerini duyuyordum: "Kulların efâli mahlûktur".



Muhammed İbnu İsmâil el-Buhârî de şöyle diyordu: "Kulların hareketleri, sesleri, kesbleri, yazıları mahlûktur. Fakat sayfalarda tesbît edilen, kalblerde ezberlenmiş bulunan Kur'an-ı Mübîn ise kelâmullahtır ve mahlûk değildir. Cenâb-ı Hakk der ki:



"(Fakat O (Kur'ân), kendilerine ilim verilmiş kimselerin kalplerinde duran apaçık âyetlerdir)".



Ebû Hâmid İbnu'ş-Şarkî der ki: "Muhammed İbnu Yahyâ ez-Zühlî'nin şunları söylediğini işittim: "Kelâmullah olan Kur'ân mahlûk değildir. Kim "Kur'ânî telâffuzum mahlûktur" sözünün doğruluğuna zûmederse o, bidatçıdır, onunla oturulmaz, konuşulmaz.



Bu sebeple İbnu Ebî Hâtim'in, Buhârî'yi el-Cerh ve't-Tâdîl kitabında cerhettiği görülür. Buhârî'nin tercemesinde der ki: "250 senesinde Rey'e geldi. O'ndan babam ve Ebû Zür'â hadîs dinlediler. Sonra her ikisi de, Muhammed İbnu Yahyâ en-Nîsâbûrî kendilerine: "Yanlarında Kur'ân'ın mahlûk olduğuna dâir kanaat izhâr ettiğini" yazdığı andan itibâren Buhârî'yi terkettiler".



İmâmu Buhârî'yi, Kitâbu'z-Zu'afâ ve'l-Metrûkîn'de zikrettiği için Allah, Hâfız Zehebî'yi affetsin. O der ki: "Lafz meselesi sebebiyle tenkitten sâlim olamadı. Aynı sebepten dolayı her iki Râzî de onu terketti". Râzî'lerden Murâd Ebû Zü'r'a ve Ebû Hâtim'dir.



Buhârî'nin şeyhi, İmâm Ali İbnu'l-Medînî'ye gelince, -ki Buhârî, bu zâtın merviyyâtı ile Sahîh'ini doldurmuştur- İbnu Ebî Hâtim el-Cerh ve't-Tâdîl kitâbında onu da zikreder ve der ki: "O'ndan babam ve Ebû Zür'a hadîs yazdılar. Fakat bilâhare Ebû Zür'a, Mihnet meselesindeki tutumu sebebiyle -Yâni Halku'l-Kur'ân meselesindeki icâbeti- ondan rivâyeti terketti.



Hâfız İbnu Hâcer, "Tehzîbu't-Tehzîb" de şu rivayeti kaydeder: Abdullah İbnu Ahmed İbni Hanbel el-Müsned'de babasından, o da Ali'den bir hadîs rivâyet ettikten sonra der ki: "Mihnet'ten sonra babam, ondan hiç birşey rivâyet etmedi". "Talk İbnu Alî'nin Müsned'inde de şu rivâyet nakledilir: "Babam dedi ki: "Âli İbnu Abdillah -ki İbnu'l-Medînî'dir- bize imtihân olunmazdan önce hadîs rivâyet etti." Derim ki, yani İbnu Hacer: "Hakkında, Ahmed ve ona tâbi olanlar daha önce zikredilmiş olan mihnet'e icâbet sebebiyle tenkîdlerde bulunmuşlardır. Fakat bu zât, bu hareketinden dolayı özür dileyip tövbekâr oldu ve yeniden dönüş yaptı".



et-Takrîb'de Ahmed İbnu Mansûr er-Remâdî'nin tercemesinde denir ki: "Hakkında, Ebu Dâvut tân'da bulundu. Sebebi de Halku'l-Kur'ân mevzûundaki tevakkufu idi".



Ukeylî, tehevvüre kapılarak, Ali İbnu'l-Medîni'yi lâfz meselesi sebebiyle, Kitâbu'z-Zuafâ'da zikretti. Hâfız Zehebî, bu davranışı sebebiyle onu zemmederek tenkîd eder, son derece şiddetli tevbîh ve azarlamalarda bulunur. El-Mizân'da der ki: "Ey Ukeylî sende hiç mi akıl yok? Kimin hakkında konuştuğunu bilmiyor musun?..."



İmâm Yahyâ İbnu Ma'în'e gelince, Zehebî'nin "Mîzânu'l-İ'tidâl'daki tercemesinde denir ki: "Ahmed İbnu Hanbel dedi ki: "Mihnete icâbet edenlerden hadîs yazmaktan nefret ederim, Yahyâ ve Ebû Nasr et-Temmâr gibi". Sonra Zehebî, el-Mîzân'da zikrinin sebebini beyân sadedinde, der ki: "Ben bunu büyük bir hâfız hakkında söylenen her sözün onun hakkında her hangi bir şekilde mûteber olmadığının bilinmesi için zikrettim. Fakat Yahyâ, köprüyü aştı yâni Şeyhen'in ondan rivâyeti sebebiyle hakkında söylenenlere iltifât edilmez- Hattâ O, şark cânibinden garb cânibine adadı- yâni tâ'dîl ve tevsikin en üst mertebesindendir-, Allah rahmetini ondan eksik etmesin".



İbnu Ebî Hâtim, el-Cerh ve't-Tâdîl de, Ali İbnu Ebî Hâşim el-Leysî el-Bağdâdî'nin tercemesinde der ki: "Babam ondan Reyy ve Bağdad'da hadîs yazdı. Babamın şöyle dediğini işittim: "Ben onu ancak sadûk olarak biliyorum. Kur'ân meselesinde tevakkûf etti, nâs da hadîsini terketti. Babama artık hadîsi okunmadı. Devamla dedi ki: "O, Kur'ân meselesinde bizden tevâkkuf etti, biz de rivâyette ondan tevakkuf ettik, böylece hadîslerini ithâm ettiler".



Hâfız İbnu Hacer et-Takrîb'de şöyle der: "Sâduktur, Kur'ân meselesinde tevakkuf ettiği için hakkında cerh vâki olmuştur. Kendisinden Buhârî Sahîh'inde bir rivâyette bulunmuştur. Hedyü's-Sârî de şunu der: "Bu, yâni Kur'ân meselesindeki tevâkkufu rivâyetini kabûl etmeye mânî değildir."



İmâmu Ahmed İbnu Hanbel ile, ilmi İmâm Şâfiî'den intikâl ettirenlerden biri olan Hüseyin İbnu Alî el-Kerâbîsî arasında sadâkat ve kuvvetli bir sohbete dayanan arkadaşlık vardı. Mezkûr mihnet geldiği zaman araları açıldı. Mâbeynlerinde mevcût sadakat ve sağlam kardeşlik, katılık ve şiddetli adâvete döndü.



Hâfız İbnu Abdilberr, el-İntikâ'da, Kerâbîsî'nin tercemesinde, ilmi, itkânı ve tasnîfleri husûsunda medh u senâdan sonra şunları söyler: "Onunla Ahmed ibnu Hanbel arasında kuvvetli bir sadâkat vardı. Fakat Kur'ân meselesi'nde ona muhâlefet edince bu sadâkat adâvete döndü. Bunlardan her birisi arkadaşını ithâm ediyorlardı. Bu durum da Ahmed İbnu Hanbel'in şu sözlerinden ileri geliyordu: "Kim Kur'ân mahlûktur derse o, cehmîdir, kim de "Kur'ân kelâmullah" der de "mahlûk değildir" demezse o da vâkıfı (tevâkkuf eden) dir. Kim de:"Kur'ânî telâffuzum mahlûktur derse o, mübtedî (bidatcı) dır."



Kerâbîsî, Abdullah İbnu Küllâb, Ebû Sevr, Dâvud İbnu Alî ve bunların tabakasında olanlar şöyle diyorlardı: "Allah'ın tekellüm etmiş bulunduğu Kur'ân, O'nun sıfatlarından birisidir, binâenaleyh, ona yaratma fiilini izâfe etmek câiz değildir. Fakat bir tilâvetçinin tilâveti ve Kur'ân'dan olan kelâmı onun bir kesbi, bir fiilidir, bu ise mahlûktur, kelâmullahtan bir anlatmadır, o, bizzât Cenâb-ı Hakk'ın tekellüm etmiş bulunduğu Kur'ân değildir. Bunu Allah için yapılan hamd ve şükre teşbîh ettiler, bu ise Allah'ın gayrıdır. Hamd, şükr, tehlîl ve tekbîrden dolayı sevâp verildiği gibi Kur'ân tilâveti sebebiyle de sevâp verilir.



Binnetice Ahmed İbnu Hanbel'in ashâbı olan Hanbelîler, Hüseyn el-Kerâbîsî'yi terkettiler. Onu bid'atle ithâm ettiler. Onu ve bu konuda onun sözünü tekrâr edenlerin hepsini ta'nettiler".



Hâfız İbnu Hacer, "Tehzibü't-Tehzîb'de Kerâbîsî'nin tercemesinde yukarıda zikrettiğimiz İbnu Abdilberr'in sözlerini naklettikten sonra der ki: "Ebû't-Tayyîb el-Mâverdî şunları söyler: "Kerâbîsî: "Kur'ân mahlûk değildir, benim onu telâffuzum mahlûktur" derdi. Ona, Ahmed İbnu Hanbel'in kendisini inkâr ettiği haberi ulaşınca dedi ki: "Bu gençle ne yapmalı bilmiyoruz. "Mahlûktur" desek "bidat"tır diyor, mahlûk değildir desek, yine "bidat'tır diyor".



Hâfız Zehebî ise el-Mizân'da Kerâbîsî'nin tercemesinde şunu söyler: "Eğer Kerâbîsî "Kelâmullah olan Kur'ân mahlûk değildir, benim onu telâffuzum mahlûktur" sözü ile telâffuzu kastediyorsa buna bir diyeceğimiz yok, yerinde bir sözdür. Zirâ fiillerimiz mahlûktur. Fakat melfuza, yâni telâffuz olunan şeye mahlûktur demek istiyorsa işte Ahmed ve selef bu görüşe karşı çıkmaktadırlar. Bu görüşü cehmî'lik addetmektedirler. Kerâbîsî 245 yılında vefât etti".



Hâfız İbnu Hacer, Tehzibu't-Tehzîb'de Nuaym İbnu Hammâd el-Mervezî'nin tercemesinde der ki: "Mesleme İbnu Kâsım şunu söyler: "Onun Kur'ân husûsunda fenâ bir görüşü vardı. O, iki tâne Kur'ân kabûl ediyordu. Biri Levh-i Mahfûz'da bulunan Kelâmullah olan Kur'ân, diğeri de insanların elindeki mahlûk Kur'ân". Sonra Hâfız İbnu Hacer bunu tenkîdle der ki: "Sanki o, "insanların elindeki" ile dilleriyle tilâvet ettiklerini kastediyor gibi. Şurası her çeşit şek ve şüpheden ârîdir ki mürekkep, kâğıt, kâtip, tilâvet eden ve onun sesi mahlûktur. Fakat Allâh'u Teâlâ'nın kelâmı kesîn olarak mahlûk değildir".



Abdulfettâh der ki: "Şu ta'n'da bulunanın nazarındaki darlığa bakın! Hadîs âlimlerinden mâdûd olan bu zât elle kâğıt üzerine yazılıp mahlûk ve çürümeye mahkûm lisanların okuduğu ile kelâmullah arasında tefrik kabul etmiyor!"



Hâfız İbnu Abdilberr "el-İntikâ"da İmâm Şâfiî'nin arkadaşı ve ilminin nâşiri olan İmâm Müzenî'nin tercemesinde diyor ki: "O... muttakî, ehl-i verâ, dindar, çile ve yoksulluklar karşısında sabûr bir kimse idi. Mısır halkı arasında ona adâvet besleyip, onunla rekâbete kalkan kimseler kendisine: "Kur'ân mahlûktur" dedi iftirâsını atıyorlardı. Hakîkat-ı halde bu ithâm hakkında sahîh değildir. Buna rağmen Mısır halkından pek çoğu onu terketti. Öyle ki, mescidin bir direği dibinde on kişiyle ders yaptığı çok olmuştur. Bir ara Mısır ehlinden sâlih birisi Müzenî ile ilgili güzel bir rüyâ gördü -bu rüyâyı İbnu Abdilberr zikreder- ve onu nâs'a anlattı. Bunun üzerine tekrâr onu dinlemek üzere etrâfında toplandılar. Böylece, içlerinde hakkında besledikleri töhmet de zâil oldu."



Aynı töhmet İmâm Ebû Hanîfe'ye de intikâm almak niyetiyle yapılmıştır. Bunu Allâme Kevserî merhûmun kalemiyle Te'nîbü'l-Hatîb'in muhtelif yerlerinde açıklamış ve reddiyesi de yapılmış olarak görmek mümkündür. Bu maksatla 4-6, 52-66. sayfalara bakılabilir. Aynı sebeple İmâm Buhârî de cerhedilmiştir.



İmâm Tâcuttîn Sübkî Kaidetün-Fi'l-Cerh ve't-Tâdil'de der ki: "Cerh esnasında araştırılması gereken bir husûs cârih ve mecrûhun akâid durumu ve bu husûsdaki ihtilâflarıdır. Zira cârîh, mecrûha akîde cihetiyle muhâliftir ve bu yüzden onu cerhetmiştir.



Bu husûsa bir misâl bâzılarının Buhâri hakkındaki şu sözleridir: "Ebû Zür'a ve Ebû Hâtim onu lâfz meselesi sebebiyle terkettiler". Müslümanlar! Allah aşkına söyleyin, bir kimseye: "Buhârî metruktur" demek câiz midir? O ki hadîs ilminin bayraktarı, Ehl-i sünnet ve'l-Cemâat'ın önderidir. Ey müslümanlar, Allah aşkına söyleyin onun vesile-i medih olan faziletleri vesile-i zemm ve tenkîd yapılabilir mi? Zirâ meseletü'l-Lâfzda hak onun cânibindedir. Zira hiçbir akıllı mahlûk, telâffuzunun kendisinin sonradan meydana gelen hâdis fiillerinden biri olduğundan ve bunun da Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğinden şüpheye düşmez. Bunu İmâmu Ahmed (radıyallahu anh), lâfzının çirkinliği sebebiyle inkâr etmiştir.



Muhakkîk Kevserî merhûm, Hâzimî'nin "Şurutu'l-Eimmeti'l-Hamse" sine yaptığı tâlikte der ki: "Zehebî, Tezkiretü'i-Huffâz'da Hâfız Ebu'l-Velîd Hasân İbnu Muhammed en-Nîsâbûrî'nin tercemesinde şunu söyler: "İbrâhim dedi ki: "Ebû'l-Velîd'i dinledim diyordu ki: "Babam: "Hangi kitâbı cemediyorsun?" diye sordu. Cevâben: "Buhârî'nin Kitâbı'na tahriçte bulunuyorum" dedim. Dedi ki: "Sana Müslim'in kitâbını tavsiye ederim, çünkü o, daha mübârektir. Zira Buhârî lâfz'a nisbet ediliyordu". İbnu'z-Zehebî der ki: "Müslim'de lâfz'a nisbet edilmiştir[1]. Binnetice bu mesele müşkil bir meseledir. Buhârî ile şeyhi Muhammed İbnu Yahyâ ez-Zühlî arasında cereyân eden vakıaya da işaret edilir. Buhârî Nîsâbur'a geldiği zaman ona lafzdan sordular. Cevâben "Kur'ân kelâmulllahtır, mahlûk değildir, amellerimiz mahluktur" dedi. Ebû Hâmid İbnu'ş-Şarkî der ki: "Zühli'den şöyle söylediğini işittim: "Kur'ân kelâmullahtır, mahluk değildir, kim Kur'ân'ın telâffuzuna mahlûk derse o, mübtedî (bidatcı) dır. Bizim meclisimize gelmesin. Bundan böyle Muhammed İbnu İsmâil el-Buhârî'ye gidenle de konuşmayız."



İki kişi hâriç bütün nâs Buhârî'yi terketti. Terketmeyen bu iki kişi de Müslim İbnu'l-Haccâc ve Ahmed İbnu Seleme idi. Müslîm, Zühlî'ye kendisinden yazmış olduklarını hamallarla yolladı. Zühlî ayrıca: "Muhammed İbnu İsmâil benim bulunduğum şehirde oturmamalıdır" dedi. Bunun üzerine Buhârî, hayâtından endişe ederek oradan başka yere göç etti.



Bu hadîselerden sonra Müslîm, ne Buhârî'den ne de Zühlî'den tahrîcde bulunmadı. Fakat Buhârî, aralarında cereyân eden tatsızlıklara rağmen Sahîh'inde Zühlî'den -İbnu Hallikân'ın Müslîm'in tercemesinde kaydettiğine göre otuz yerde- rivâyette bulunmuştur. Ancak Buhârî, bu rivâyetleri yaparken (Haddesena Muhammed b. Halid) veyâ (Haddesena Muhammed) diyerek ceddine nisbet eder. Böylece ilmini almış oluyor ve ismini zikrettiği takdîrde akla gelebilecek olan şeyhinin ta'nda haklı olacağına dâir tevehhümü de reddetmiş oluyor."



Mesele aslında içinden çıkılmayacak kadar müşkîl değildir. Zirâ lâfz meselesinde hak şeyheyn cânibinde idi. Öbürleri, bunlara karşı olan taassublarında haksız idiler. Meselenin İmâm Ahmed'in marûz kaldığı mihnetten sonraki seyrini inceleyen kimse, ihtilâfın muhtevâdan ziyâde kullanılan kelimelerde kalan (lâfzî) meseleler yüzünden râvîlere revâ görülen işkencelerin derecesini anlar. Bu ihtilâfın lâfzî olmayıp hakîki olduğunu farzedecek olsak, bürhân-ı sahîh nazarıyla yine kusur açık olarak Şeyheyn'e cephe alanlar cânibindedir. Keşke onlar kendilerini ilgilendirmeyen şeylere burunlarını sokmayıp, rivâyetlerden tahsîn ettikleriyle uğraşsalardı.



Eğer böyle yapsalardı cerh kitaplarının çoğunun içi hiçbir değeri olmayan cerhlerle dolmazdı. Şu sözler bu çeşit cerhlerdendir: "Falanca melûn vâkifi zümresindendir."; veyâ "...sapık lafziyye zümresinden"; veya "O, Allah'dan haddi nefyederdi, biz de ondan nefyettik" veya "İmânda istisnâ tanımaz, binâenaleyh mürciîdir, sapıktır" veya "cebr, hulûd vs. meseleleri dışında cehmîdir" yâhut "O, imân, kavl ve ameldir demiyordu biz de onu terkettik", veyâ "kelâmî meselelerde sırf muhâkeme ve reyle hareket ettiği için felsefeye veyâ zındıkaya nisbet edilir" gibi.



İlimlerin en muhâtaralısı cerh ve tâdîl ilmidir. Bu sâhada yazılmış kitapların pek çoğunda son derece mübâlağa ve aşırılıklar vardır. Bu ölçüsüzlüklerin menşeini İbnu Kutaybe, el-İhtilâf fi'l-Lafz'da ortaya koymaya çalışır. İmâm Ahmed'in mihnet'inden sonra ricâl husûsunda yazılan kitaplar bir kısım hatâlardan hâli değildir. Bu husûs, mezkûr kitapları dikkatle inceleyenlerin gözünden kaçmaz".



İbnu Kuteybe (213-276 yıllarında yaşamıştır). El-İhtilâf Fi'l-Lafz kitâbında, asrındaki ehl-i ilmin, ilmi, ilim için tahsîlden uzaklaşıp, geçmiş imâmları reddetmek ve onları, Allah'ın dinînde bid'at çıkarmış olmakla itham etmek ve her çeşit ihlâstan uzak, sırf bencil hislerini tatmin etmek düşüncesiyle ilmî meselelerde münâzara yapmak için ilim talebetmeye geçişleri gibi kendine ulaşan hallerini beyânla mukaddemesine başladıktan sonra 9-11. sayfalarda der ki: "İhtilâf olarak en son vukûa gelen şey, Ashâb-ı Hadîs arasında cereyan etmiştir. Ashâb-ı Hadîs, sünnete yardımcı, bid'ayı ezici, her memlekette kendilerine âdavet beslendiği halde adâvete yer vermeyen, kendilerinden bir kısım inançlar gizlendiği halde inançlarını gizlemeyen, gerçeği nâs'a açıktan açığa söyleyip, gizlemeyen kimselerdi. İlimde ancak onların tevsîk edip yükselttiği kimseler yürürlerdi, ve onların taz'îf edip alçalttığı kimseler alçalırdı. Atlılar ancak onların zikrettiği kimseyi görmek arzusuyla yükselirdi. Bu durum şeytanın onları Allahu zülcelâl'in dînînin fürû ve usûlünden kılmadığı bir mesele ile aldatmasına kadar devâm etti. Dini uzaktan ve yakından ilgilendirmeyen bu meselenin bilinmemesinde bir mahzûr bulunmadığı gibi bilinmesinde de cüzi bir fayda vardır.



Bu meselenin şerri büyüdü, ehemmiyeti arttı. O kadar ki muhaddisleri parçalayıp, çeşitli fikirler ortaya attırdı. Böylece onların durumlarını zayıflatarak hasedcileri neşeye boğdu ve düşmanlarını kendi dilleri ve elleriyle karşılarına dikti. Bu düşman, onların birbirlerini tekfîr ve tel'în ettiklerini, aslında müttefik oldukları halde birbirlerine düştüklerini, bir cemaat teşkil ettikleri halde paramparça olduklarını gördükten, kendisini de onlarla artık harb halinden kurtulup, sulhâ kavuşmuş bulduktan sonra mütemâdiyyen onlara gülüp alay etti [2].



Ehl-i nazarın bu mesele karşısındaki tutumu ise şâyan-ı teessüftür. Onlar, bu mesele çıktığı günden beri hakkında söz etmekten kaçınmış, ilk günden müessir bir çâre ile karşısına çıkarak halletme cihetine gitmemiş, cemiyette iyice yayılıp umumî bir hal aldığı zaman da üzerinden esrar perdesini kaldırmaktan tekâsül etmiştir.



O kadar ki meydânı boş bulan fitne, cemiyette kök salıp, yerleşebilmiştir. Gençler kötü alışkanlıklarla ona kapıldılar, çocuklar o atmosferde yetişti. Böylece alışkanlığın sevkiyle iyice kökleşip tabiî bir hâl vasfını kazanmış olan fitneyi kalblerden çıkarıp tedâvi etmek isteyenler çok büyük bir zorlukla karşılaştılar.



Allah beni ilimle müşerref edince karşılığında üzerime vâcib kıldığı vazifeden kaçmak için bir mâzeret bulamadım. Mesele, ihmalcilerin terki yüzünden, bir hayli ehemmiyet ve nezâket kesbetmişti. İlmî kapasitem ve tâkâtimin imkân verdiği nisbette meseleyi göğüsledim. Ümidim bâzı hakikatların gayretimle ortaya çıkmasıdır, olur ki Cenâb-ı Hakk bu hizmetimden ümmet-i Muhammed'i müstefîd kılar.



Zirâ ancak O'nun dilediği şey faydalı olur. Dili ile Allah'ın rızasını arzu ettiğini söyleyen kimseye bunu nâsdan istemesi gerekmez. Ona düşen gözünü açmaktır, kolaylaştırmak Allah'a aittir".



Sonra İbnu Kuteybe merhûm, bu meselede te'vîlde bulunanların düştükleri hâtayı göstermek gâyesiyle pek çok misâller verir ve bu husustaki kendi görüşünü izhâr eder. Sonra nazarında bunun ifâde ettiği gerçek ve sahîh mânâyı beyân eder. Bütün bu izahlardan sonra 50-52 ve 62-63. sayfalarda der ki:



"Sonra söz, bizi bu kitâptan maksadımızın ne olduğunu, Ehl-i Hadîs'in Kur'ân-ı telâffûz meselesindeki ihtilâflarını, aralarındaki ayıplamaları ve birbirlerini tekfir etmelerini anlatmaktan gayemizin ne olduğunu beyâna getirdi. Hakkında ihtilâf ettikleri şey aralarındaki ülfeti koparacak cinsten olmadığı gibi nefret ve uzaklaşmayı gerektirecek cinsten de değildir. Çünkü hepsi tek bir esâsta birleşmektedir. Bu esâs ise: "Kur'ân'ın, gayr-i mahlûk kelâmullah olduğudur.



Onların ihtilâfları, mânâsı gâmız ve ince olduğu için anlayamadıkları fer'î bir meseledir. Onlardan her bir fırka bu meselenin bir cihetiyle alâka kurmuş olmakla berâber hiçbirinde ne temyîz âleti ne dikkatli kimselerin yaptığı araştırma ne de ehl-i lügatin ilmi mevcuttur.



Bir şey iddia eden, bir görüş benimseyen herkes zannediyor ki mutlak hakîkat kendi iddia ettiği ve benimsediği görüştedir. Bu taassuba sâdece mütevakkıf davranan şüpheciler düşmemiştir. Çünkü onlar, hatâ yapabilecekleri ihtimâline yer veriyorlardı. Zira biliyorlardı ki, hakîkat, üzerinde durdukları iki meseleden birindedir, sâdece birinde değildir. Gerçeği arayan (müstebsîr ve müsterşid) kimse -bununla mütevakkıf davranan şüpheciyi kasteder- iki müfrit fırka tarafından imtihâna tâbi tutuldular. Bu müfrîtler kendilerine muhâlefet edenlere tahammül fersâ şiddet ve kabalığı revâ görüyor, onları tekfir etmekle kalmayıp tekfir ettiklerinin küfründen şekke düşenleri bile tekfir ediyorlardı[3].



Bazan yaşlı bir kimse de şehre iner ve hadîs için halkaya otururdu. Halbuki çoğu kere bu kimse, adaptan ve duyduğunu yeterince tefrik ve temyîzden bile yoksundu. İlim ve irfânla ilgisi, yaşının ileri olmasından öte geçmiyordu.



Böyleleri, bâzı kere, İbnu Uyeyne, Ebû Muâviye, Yezîd İbnu Hârûn ve benzerlerini de dinlerdi. Onlar kendisine kitâbı öğretmekten önce onu Halku'l-Kur'ân meselesinde imtihana çekerlerdi.



Onların istediği cevâbı vermezden önce ağırdan alır, yâhut duraklar veyâ öksürür veya kekelerse vay başına geleceğe. Bunu bildiği için o davranışıyla kendisini cerh ve iskât edecekleri korkusu onu sarar. Bu korku, o kimseyi, onları memnûn etmeye sevkeder. Bilmeden, anlamadan konuşur ve böylece kalplerini kazanarak yakınlaşmayı ümîd ettiği mecliste Allah'tan uzaklaşır. Eğer o, onların muhâlif fikirlerine inânıyor idiyse onların hoşlarına gidecek fikir izhâr etmek de nefsine ağır geliyordu, çünkü söylediğini yazıyorlardı.



Eğer hakîkat arayan bir genç veyâ ilim talebeden bir kimse görseler hemen ona sorarlardı. Eğer o, bunlara: "Ben bu meselenin hakîkatını öğrenmek istiyor, ondan sual ediyorum, henüz bu konuda hiçbir hükme varmadım" dese ve bu sözüyle de gerçeği ifâde etmiş olsa ve ayrıca "Allah doğru söylediğimi biliyor" diye özür de beyân etse, onlar, Allah'ın, onu sâdece bilmediği şeyi öğrenmesi için sorup araştırmakla mükellef kıldığını bilmelerine rağmen onu tekzîb ederler, eziyette bulunurlar ve derlerdi ki: "Bu bir habîstir. Onu terkedin, onunla düşüp kalkmayın."



Onların bağlandıkları bu mesele, bilinmemesi hiç kimseye câiz olmayan tevhîdin aslına taalluk etse ve bizzât Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ağzından işitilmiş olsaydı, "Bu meselede bu kadar aşırı olmak gerekmez" denince iftirâ edilmiş olurdu".



Kevserî, bu sözlere şunu ilâve eder: "Musannıf -İbnu Kuteybe- bu bâbta anlattıklarına görgü şâhitliği yapmaktadır. Bu bahîs kitâbın en güzel bahislerinden biridir, araştırıcıya cerh ve tâ'dil kitaplarında, musannıfın -İbnu Kuteybe- işâret ettiği bu asrın ricâli vâsıtasıyla, rivayet edilen cerhler husûsunda tesebbüt ve tahkîke dâvet etmektedir. Ebû Tâlîb el-Mekkî, şu sözleriyle bir gerçeği ifâde etmektedir: "Huffâz'ın bir kısmı büyük bir cüret ve gözüpeklikle konuşup cerhte haddı tecâvüz etmişler, halku'l-Kur'ân meselesinde ölçüyü kaçırmışlardır. Öyle ki çoğu kere hakkında söz edilen söz edenden daha efdâl olmakta ve ârif kimseler nezdinde daha yüksek bir yer işgal etmektedir".



İmâm İbnu Kuteybe geçen sözleriyle Mihnet asrını tasvîr etmektedir. Bu tasvîr, o devri bizzat yaşayıp, şiddet ve huzûzunu ayrı ayrı tadıp, müşâhede etmiş bir kimsenin tasvîridir. Burada Mihnet'in ortaya çıkardığı mühîm ve ciddi bir cihete işâret etmektedir ki, bu husûs Halku'l-Kur'ân Meselesi'nde evet diyen veyâ tevakkufta bulunanlara karşı herhangi bir özür tanımaksızın gösterilen şedîd ve sert tutumdur.



Geçmişe ait bu kısa gezinti ve bâzı misallerin ışığı altında mihnet'in, ulemâ, ruvât ve muhaddîsler safında, ve mihnetten sonra tedvîn edilen seleften halefe intikâl ederek bize kadar gelen cerh ve tâ'dil kitaplarında sarfedilmiş olan birçok sözlerde husûle getirdiği izleri açık bir şekilde görebilmekteyiz.



Bu aydınlatıcı lemhalardan sonra İmâm Buhârî'nin ve onun talebesi İmâmu Müslîm'in gerçek durumları ortaya çıkmış oluyor. Çünkü herbirinin "Sahîh"inde bu çeşit cerhedici ithâmlara mâruz kalmış bir kısım ricâlden rivâyetten imtinâ etmediklerini göstermekteyiz. Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî'de Yirmi Üçüncü Nev kısmının ortalarında "Fâide" unvânı altında kendilerine muhtelîf bid'â ithâmı yapılan büyük bir grubun isimlerini verir. Buhârî ve Müslîm bunlardan sadece biri o kimselerden tahrîcde bulunmuşlardır. Bu kimselerin sayısı onun nezdinde 78'i bulur. Bunların dışında birçoğu da onun nazarından kaçmıştır. İstersen oraya mürâcaat et.



Hâfız İbnu Hacer de "Hedyü's-Sârî'de Buhârî'nin ricâl'inden ta'na mâruz kalanların ismi üzerinde ayrı bir bâb yaparak orada bid'a ithamına maruz kalanları zikreder. Müellif burada müessir bid'a ile müessir olmayan bid'a arasını tefrîk ettikten sonra bu dokuzuncu bölümün sonlarında isimleri hurûfu hecâ ile sıraladıktan sonra ayrı bir bölüm yazarak bu bölümde Buhârî'nin ricâl'inden îtikâda râci ve fakat gayr-ı müessîr olan bu husûsla ta'nedilmiş olan kimselerin isimlerini kaydeder. Bunların sayısı 69 kişiye ulaşmaktadır. Bu meselede düşünceler için büyük bir ibret vardır. Bu sözleri yazıp bitirdikten sonra şeyh Cemâlüddi'n-el-Kâsımî merhûmun 'Kitâbu'l-Cerh ve't-Tâdîl'ini okudum. Bu, 39 sayfalık küçük bir risâledir. Bu risâlede daha önce işâret etmiş bulunduğumuz merdûd cerhlerin birçoğunun genişçe nakline yer verilmektedir. Bunların illetleri ve noksanlıkları en güzel şekilde belirtilir. Hiçbir sûrette 'Halku'l-Kur'ân Meselesi'ne dokunulmaz. Arkadan da onun Târihû'l-Cehmiyye ve'l-Mûtezîle'sini okudum. Burada "Halku'l-Kur'ân Meselesi"ne temâs ettiğini, gerek bu sebeple, gerekse benzeri ithâmlarla bir kimsenin cerh edilmesini reddettiğini gördüm. Reddi mâkul esâsata dayandığını söyleyebilirim.[4]







--------------------------------------------------------------------------------



[1] Bunu doğrulayan delil için Beyhâkî'nin el-Esmâ ve'S-Sifât'ına bakılabilir (s. 267). (İbrahim Canan)



[2] Kevseri bu meseleye şu sözleriyle tâlikte bulunmuştur: Musannıf –yâni İbnu Kuteybe- asrında bu kâbilden cereyân eden şeylere görgü şâhitliği etmektedir. Her kim Harb Seyrecâni'nin Essünne ve'l-Cemâa'sını ve bunun mesâilinden olan el-Câmi kitâbını ve İbnu Sa'îd es-Siczî'nin Nakz'ını, Huşeyş İbnu Asram'ın el-İstikâmet'ini -Ebû Abdillah el-Buhari'ye mensûb Halku Esfâlu'l-İbâd ve Abdullah İbnu Ahmed'in Kitâbu's-Sünne'si hâriç- mütâlâa ederse -ki bunların hepsi müellifin (yâni İbnu Kuteybe) çağdaşı olan kimselerdir- onlar da birbirlerini tekfire, şiddetli tâbirler bulacaktır: Bunlarla musannıfın burada ifâde etmek istediği şeyi, yâni, o asır insanlarının, büyük bir kısmını, lafta ve kısırda kalan nizâlara ircâsı mümkün meselelerde birbirlerini tenkit ve tenzil etmede müzmin bir hastalık derecesini bulan aşırılıklarını anlamakta gecikmez. Münâkaşayı lâfzi değil de hakiki farzedecek olsak, durum tepeden tırnağa ters döner ve zâhirde mubtıl olan muhik durumuna geçer. (İbrahim Canan)



[3] Abdulfettah der ki: "Onların gerçeği arayan şüpheci karşısındaki tutumu" Onun tekfiri, hattâ küfründen şüphe edenlerin bile tekfiri "olursa açıktan açığa kendilerine muhâlefet edenler karşısındaki tutumu ne olur? Buradan mezkûr mihnet'teki ihtilâfın ulaştığı şiddeti, ruhlarda ve muhâliflere karşı verilen hükümlerde bu ihtilâfın meydana getirdiği tesirin şiddetini anlayabilirsin". (İbrahim Canan)



[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/374-386.

Doğuşu Ve Başlama Tarihi

Doğuşu Ve Başlama Tarihi






Tarih ve nihâl kitapları Halku'l-Kur'ân meselesi'nden ilk söz edenin Ca'd İbnu Dirhem olduğunda, bunu da Cehm İbnu Safvân'ın tâkip ettiğinde bunlara da arkadan Bişr İbnu Gıyâs el-Merîsî'nin tâbi olduğunda müttefiktirler. Bu husûs hâfız Lâlkâ'î'nin Şerhu's-Sünne'si ile İbnu Ebî Hâtim er-Râzî'nin "er-Reddü 'alâ'l-Cehmiyye"sinde ve bunlar dışında kalan diğer kitâplarda açıkça görülür.



Ca'd İbnu Dirhem hicrî 118 yıllarında zındıklık ve mülhidlik suçuyla öldürüldü. Bu târih, Emevîler saltanatının sonlarına rastlar. Cehm İbnu Safvân ise 128 sene-i hicriyesinde Horasan ümerâsına Hâris İbnu Süreye ile birlikte kılıçla çıkış yaptığı için öldürülmüştür. Bişr İbnu Gıyâs el-Merîsî ise 218 yılında 70 yaşında olduğu hâlde Bağdâd'da vefât etmiştir.



Hâfız Zehebî, el-İber'de der ki: "Fakîh ve mütekellim olan Bişr el-Merîsî 218 yılında vefât etti. Bu herif, halku'l-Kur'ân sözünün dâilerinden yâni propagandacılarındandı. Senenin sonunda öldü. Ulemâdan hiç kimse cenâzesine katılmadı. İmâmlardan bir gurup küfrüne hükmetti. Mîzânu'l-İ'tidâl'de "Bişr, Cehm İbnu Safvân'a yetişmedi ise de sözünü benimsedi ve bunları kendisine hüccet edindi. Başkalarını da bu fikirlere dâvet etti. Bişr'in babası yahûdî olup Nasr İbnu Mâlik çarşısında kasaplık ve boyacılık yapardı. Hârunu'r-Reşîd'in saltanatı sırasında yakalandı ve sözleri sebebiyle eziyet edildi" denir. Reşîd'in hilâfeti 170 yılından vefât târihi olan 193 yılına kadar devâm etmiştir.



Bu fitne belli bir ölçüde İmâm Ebî Hanîfe zamanında zuhûr etti. Ebû Hanîfe 80-150 yıllârı arasında yaşamıştır. Bu konuda hakkı söyledi ve fitneyi neşredenleri reddetti. Bir müddet için onları susturdu da. Bu husûsu İbnu Ebî'l-Avvâm el-Hâfız rivâyet etmiştir. Ondan da Allâme Kevserî Te'nîbü'l-Hatîb'de nakleder. Kezâ İbnu Kuteybe de Ebû Hanîfe'nin bu meseledeki tutumuna takdîr ve istihsân dolu ifâdelerle el-İhtilâf fi'l-Lafz kitâbında temâs eder.



Kevserî merhûm Te'nîbu'l-Hatîb'de der ki: "Kur'ân hakkındaki fikirleri yayılmadan Cehm'in öldürülmesi helâl değildi. Onun fikirleriyle pek çok kimse fitneye düştü. Bir kısmı onun fikirlerini iltizâm etti, bir kısmı da nefret besledi. Orta yol bırakılıp ifrâd ve tetrîde sapıldı. Bu bid'atcı ile mücâdelede yeterli bilgi olmadığı için birçok kimseler el-Kelâmu'n-Nefsî'nin nefyinde ona zulmettiler. Diğer bir kısmı da onun zıddını söylemek sadedinde el-Kelâmu'l-Lafzî'nin kıdemini ileri sürdüler".



Ebû Hanîfe bu durumu görünce meseleyi mihrâkına oturtup hakkı beyân etti ve dedi ki: "Allah'la kaaim olan mahlûk değildir. Halkla kaaim olan mahIûktur." Burada demek istiyordu ki: "Kelâmullâh, kıyâmı îtibâriyle, kıdemde Allah'la iştirâki olan diğer sıfatlar gibi bir sıfattı. Fakat tilâvet edenlerin dillerinde, hâfızların zihinlerinde, mushafların sayfalarında sestir, zihnî sûrettir ve nakıştır. Bu durumuyla taşıyıcıları gibi mahlûktur. İlim ve idrâk ehlinin görüşleri bundan böyle bu görüş üzerine istikrârını buldu."



Fakat mezkur fitne burada sönmedi. Ortaya çıkıp tekrar kaybolmalar sûretinde Abbâsî halîfelerinden Me'mûn zamanına kadar devâm etti. Onun zamanında mesele yeniden ortaya çıktı ve rağbet gördü. Bizzât Me'mûn da buna inândı ve bu husûstaki Mu'tezilî görüşü tam olarak benimseyip Kur'ân'ın mahlûk olduğuna kâni oldu. Sadece inanmakla da kalmayıp âlimleri, kadıları, muhaddisleri, râvileri Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söylemeye çağırdı. Emre uymayanlara işkence ettirdi. Bu tutumu, hayâtının ve hilâfetinin son senesi olan 218 yılına müsâdifti.



Bu fitne Me'mûn devrinde yâni 218 yılından sonra da Mutasım ve Vâsık devirlerine kadar devâm etti. Hattâ Mütevekkil devrinin başlarına, 232 yılına kadar varlığını devam ettirdi. Mütevekkil hilâfete geçince Kur'ân'ın mahlûk oluşu meselesinde kendinden önce gelmiş olan üç selefinin yaptığı şekilde gayretkeşlik göstermedi. Fazla olarak 234 yılında Kur'ân'a mahlûktur denmesini de yasakladı. Bu yasağı bütün vilâyetlere tâmîm etti. Böylece devleti ve halkı huzursuz eden bir fitne sönmüş oldu.



Âlimler ve muhaddisler bu 15 senelik müddet içerisinde zulmün her çeşidine mâruz kaldılar. Bir kısmı kılıç korkusuyla resmî çağrıya uydu. Bir kısmı mânâsını anlamaksızın kerhen uydu. Bir kısmı selefin girmediği bir konuya girmekten kaçındı. Bir kısmı icâbet etmekten imtinâ etti ve Kur'ân gayr-i mahlûktur tezini açıkça müdâfaa etti. Bunlar, bu inançları uğrunda her çeşit işkence ve ölüme katlandılar, sabrettiler.



Hâfız Zehebî, el-İber'de der ki: "Me'mûn 218 yılında âlimleri halku'l-Kur'ân meselesiyle imtihân etti. Bu konuda Bağdâd'daki nâibine yazdı -zirâ kendisi Rakka'da idi- Daha da ileri giderek bu bid'ate, inanan bir insanın taassubuyla sarıldı, ulemânın ekserisi istemeye istemeye icâbet etti. Bâzıları tevakkuf etti ise de bilâhare onlar da icâbet edip münâzara yaptılar. Fakat sözlerine değer verilmedi. Musîbet gittikçe büyüdü. Bu dâvete uymayanları Halîfe ölümle tehdîd etti".



Târihin bu safhasını okuyup inceleyen herkesin göreceği üzere bu mihnet sırasında pek çok kimse hapsedildi, işkenceye tâbi tutuldu ve öldürüldü[1]. Bu mihnet, devletin havâs ve avâmıyla bütün halkı meşgûl eden bir mesele oldu. Irak ve diğer diyârlarda her çeşit meclîs ve cemâatlerde, köylü kentli herkesin diline düştü. Bu konuda âlimler arasında münâkaşalar çıktı. Ümerâ, ulemâyı, kadıları, fukahâyı ve muhaddisleri Mısır, Şam, İran vs. her yerde imtihâna başladı.



"Vaktâki Vâsık hilâfete geçti, Mısır kadısı Muhammed İbnu Ebî'l-Leys'e bütün nâs'ın imtihândan geçirilmesini yazdı. Fakîh, muhaddis, müezzin ve muallim işkenceye tâbi tutulmayan tek kişi kalmadı. Birçokları terk-i diyâr ederek kaçtı. Mihneti inkâr edenlerle hapishâneler doldu. Vâsık'ın saltanatı boyunca durum bu minvâl üzere devâm etti. Mütevekkil, hilâfete geçer geçmez, bu mihnetin kaldırılması için emir çıkardı. Bu kelimenin ne şekilde olursa olsun ağza alınmamasını emretti. Böylece nâs huzûra kavuştu[2]. Onbeş yıl boyunca tahammülfersâ bir azab ve işkence hayâtından sonra nesîm-i rahmeti teneffüs ettiler.



Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl adlı kitâbının el-Mahkûm aleyh bahsinde şunları söyler: "Kelâmullâh meselesindeki ihtilâf, bu konunun te'sîr ve şümûlü uzayıp gitmiş, insanları birçok fırkalara bölmüş, ehl-i ilimden pek çoğu bu yüzden imtihân ve mihnete tâbi tutulmuş, bir kısım insanlar bunu dinin en mühim meselelerinden biri kabul etmiş olsalar bile, o kadar mühim ve faydalı bir mesele olmayıp faydasız ve fuzûlî bir ilimdir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk bu ümmetin selef zümresini teşkîl eden Sahâbe ve Tâbiîn'i bunun münâşakasından siyânet buyurmuştur."

HALKU'L-KUR'ÂN (KUR'ÂN'IN MAHLUK OLMASI) MESELESİ

Başta İmam Buhârî hazretleri olmak üzere pek çok hadisçinin bulaştırılıp itham (ve dolayısıyla cerh) sebebi yapıldığı Halku'l-Kur'ân meselesinin iç yüzünü bilmek birçok yönlerden faydalıdır. Bu sebeple, meseleyi tatminkâr genişlikte tahlîl eden bir pasajı, tarafımızdan tercüme edilmiş olan Yeni Usul-i Hadîs adlı kitaptan aynen aktarıyorum. Neticede görülecek ki, Selef devrinde bile ümera, dinî işlere burnunu sokup, kendi gibi düşünmeyeni ezmiştir.




"Meseletü'l-Lafz veya Meseletü'l-Halku'l-Kur'ân" -kezâ târih'te "el-Mihne" diye de isimlenir- gerek bu kitâpta, gerekse diğer cerh ve ta'dîl kitaplarında, ricâl, ruvât, zu'afâ ve târih kitâplarında sıkça zikr ve temâs edilen bir kısım ithamlara mesnet yapılan, kendisine zaman zaman atıfta bulunulan bir meseledir. Bu meselenin doğduğu asrın eskiliği sebebiyle onda kastedilen mânânın anlaşılması zorlaşmakta, târîhî seyri başkaları şöyle dursun, birçok ilim tâliblerine bile günümüzde gizli kalmaktadır. Burada bu meselenin çıkışı ve târihi hakkında kısaca; ruvât, muhaddisîn, kütüb-i cerh ve ta'dîl saflarında meydana getirdiği te'sîrler hakkında da uzunca söz etmeyi münâsib gördüm. Yardım ve takviyeyi Cenâb-ı Haktan dilerim.

2 Mart 2010 Salı

Hz.Muhammed’e İtaat

4.Hz.Muhammed’e İtaat

Allah’a itaat,emir ve yasaklarına uymakla olur.Kur’an’da, ‘’Kim peygambere itaat eserse Allah’a itaat etmiş olur…’’ buyrulmuştur.Nitekim ayetlerin insanlar üzerinde etkili olmasını sağlamak ve ilahi rehberlik altında topluma çekidüzen verebilmek için Hz.Peygamberlerin otoritesini sağlamak bir zorunluluktu.Bu yüzden Allah’a itaat Hz.Peygambere itaat etmek ile aynı şey sayılmış ve ona itaat edilmesi istenmiştir.Bu konuda Kur’an’da iman ve itaat birlikte ele alınarak şöyle buyrulmuştur:‘’Peygamber,Rabb’inden kendisine indirilene iman etti,müminlerde

(iman ettiler).Her biri;Allah’a,meleklerine,kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler:’’Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.’’ Şöyle de dediler:’’İşittik ve itaat ettik.Ey Rabb’imiz! Senden bağışlanma dileriz.Sonunda dönüş yalnız sanadır.’’ Allah,Peygamberlerin tebliği sonucunda oluşan adalet,özgürlük ve rahmet ortamının devam etmesi için onun desteklenmesini istemiştir.Onunla gönderilen dinin yaşaması bu desteği kaçınılmaz kılmaktadır.

Kur’an’da Hz.Peygambere itaat etmek,başarı elde etmenin yollarından biri olarak ele alınmıştır.Bu açıdan Allah,insanları Peygamberlerine muhalefetten sakındırmaktadır.Peygambere muhalefet etmekle ayetleri yalanlamak benzer bir tutum olarak algılanmıştır.Bu konuda gelen ayetler, Hz.Peygamber’e itaatin önemini vurgulamaktadır.Kur’an’da Nisa suresinin 115. ayetinde, ‘’Kendisine hidayet (doğru yol) bahşedildikten sonra Peygamber ile bağını koparan ve müminlerin yolundan başka bir yola sapana gelince,onu kendi tercih ettiği yolda bırakacak ve ona cehennemi tattıracağız.Ne kötü kötü bir gidiş yeridir orası!’’ buyrulmuş ve peygambere karşı gelmenin doğuracağı sonuçlar açıklanarak insanlar uyarılmıştır.

Hz.Muhammed’in Tebliğ ve Tebyin Görevi

3.Hz.Muhammed’in Tebliğ ve Tebyin Görevi

Tebliğ;sözlükte,taşımak,götürmek,ulaştırmak anlamına gelir.Peygamberlerin en temel görevlerinden biri ‘’tebliğ’’dir.Allah,Hz.Peygamberleri kendisine ilettiklerini tebliğ etmekle görevlendirilmiştir.O da bu görevini hakkıyla yerine

getirmiş ve veda hutbesinde bu tebliğ görevini yerine getirdiğine insanları şahit

tutmuştur.Kur’an’da,‘’…Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir.’’ buyrulmuştur.Allah Hz.Peygamberin bu görevini yerine getirmesi için teşvik etmiş

ve bu konuda karşılaşacağı tehlikelere karşı kendisini koruyacağını vurgulayarak şöyle buyurmuştur:’’Ey Peygamber!Rabb’inden sana indirileni tebliğ et.Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun.Allah seni(inanmayan) insanlardan koruyacaktır.Allah,hakikati inkar eden insanları doğru yola iletmez.

Peygamberin görevlerinden biri de ‘’tebyin’’dir.Tebyin;beyan etmek,açıklamak,

izah etmek ve gerçeği ortaya koymak demektir.Bütün Peygamberler,sözlğ ve uygulamalı olarak bunu yerine getirmişlerdir.Hz.Peygamberde tebliğ ettiği vahyin içeriğini insanların anlamaları için gerektiğinde açıklamalar yapmıştır.İnsanların sorularını cevaplamış ve pek çok konuda onları düşünmeye yönlendirerek ayetleri daha iyi anlamalarına yardım etmiştir.Ayetlerin açık seçik anlaşılmasının en önemli sebebi,onun ayetleri bizzat yaşayarak sergilediği davranış ve uygulamalardır.

Hz.Peygamberin yaşantısı Kur’an’a uygun bir model oluşturmuştur.Bu anlamda Kur’an’da Nahl suresinin 44.ayetinde ,’’(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik.İnsanlara,kendilerina indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.’’ buyrulmuştur.

Peygamberlerin görevlerinden biri de ‘’teşri’’dir.Teşri;kanun ve hüküm koymak anlamına gelir.Peygamberler,yaşadıkları toplumda ortaya çıkan sorunlara çözümler getirmişlerdir.Onların tebliğ , teybin görevlerinin yanı sıra teşri sorumluluklarıda

vardır.Bu konuda A’raf suresinin 157.ayetinde şöyle buyrulmuştur;

’’O(peygamber);onlara iyilik emreder,onları kötülükten alıkoyar.Onlara iyi ve temiz şeyleri helal,kötü ve pis şeyleri haram kılar.Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır.Ona iman edenler,ona saygı gösterenler,ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.’’

Bütün peygamberler gibi Hz.Muhammed de görev ve sorumluluklarını yerine getirken insanlardan kendisi için bir karşılık beklememiştir.Bu tutumları onların

dürüstlüğünün ve samimiyetinin en açık kanıtıdır.

HADİS İLMİ VE TEMEL KAVRAMLARI

HADİS İLMİ VE TEMEL KAVRAMLARI

1.Hadis İlminin Konusu ve Önemi

Hadis ilmi,Hz.Peygamberle ilgili rivayetleri senet ve metin yönüyle inceleyen,

hadisleri değişik yönleriyle değerlendiren ve bu değerlendirmenin usul ve kaidelerini belirleyen ilim dalıdır.Hadis ilminin amacı,Hz.Peygamberlerin söz,fiil,ahval ve vasıflarını bildirmektir.

Hadis ilmi, ‘’ Rivayetü’l-Hadis’’ ve ‘’Dirayetü’l Hadis’’ olmak üzere iki alt disiplinden oluşmaktadır.

Rivayetü’l-Hadis:Hz.Peygamberin söz,fiil ve takrirleriyle ilgili rivayetlerin belirlenmesini ve sonraki nesillere aktarılmasını konu edinir.Bu rivayetler ; sahih,cami,sünen,müsned ve mu’cem gibi hadis kitapları türleri içerisinde toplanmıştır.

’Dirayetü’l Hadis:Hadisin sened ve metninin incelenmesi ile ilgili kuralları tespit eder ve hadisin gerçekten Hz.Peygambere ait olup olmadığının ölçülerini belirler.

Hadis usulü olarak da bilinen bu ilim dalının amacı,rivayetin şartları ve çeşitlerini,

ravilerin taşıması gereken özellikleri belirlemek ve hadis metinlerini incelemektir.

Hadis ilminin amacı,Hz.Peygamberin söz,fiil ve takrirlerini ,ahlak ve vasıflarını doğru olarak tespit edip sonraki kuşaklara aktarmaktır.Hadis ilmi bu özelliğiyle Hz.Peygamberin tanınıp örnek alınması konusunda önemli bir hizmet görmektedir.

Zira Kur’an’ın bildirdiği gibi Hz.Peygamber Müslümanlar için her konuda ‘’en güzel örnek’’tir.Hz.Peygamberin tanınması ve Kur’an’ın doğru anlaşılması açısından da büyük bir önem taşır.

Hadis rivayetlerin kurallarıyla ilgili ilk uygulamalar hicri I.asırdan itibaren başlamıştır.Ancak bu uygulamalar yalnızca ravilerin güvenirliğinin sorgulanmasından ibaretti ve henüz yazılmamış sözlü kurallara dayandırılıyordu.

Hicri II. asrın başlarından itibaren tedvin çalışmaları başlamış ve böylece hadisler toplanmıştır.Hadis usulü ile ilgili müstakil ve kapsamlı eserlerin yazılması ise hicri IV.asrın başlarına denk gelmektedir.Bu süreç içerisinde hadis rivayetleri ile ilgili konular zamanla genişleyip sistematik bir hal almış ve böylece ‘’hadis’’ bir ilim dalına dönüşmüştür.

1 Mart 2010 Pazartesi

Sünneti Kimler Reddediyor?

Sünneti Kimler Reddediyor?


"Bir devenin ağaçla kaşınması gibi kişinin dini ile kasınması kıyâmetin yaklaşmasının alâmetlerindendir" Hadîs-i Şerîf.
Söze başlarken belirtmek isteriz: Kur'ân adına hareket ettiğini iddia ederek sünneti reddedenler, kesinlikle samimi değildir. Çünkü Sünnet'in reddini ifâde eden Kur'ân'î tek bir delil getiremezler. Halbuki, kaydedildiği üzere Sünnet'e uymayı emreden pek çok âyet-i kerîme var. Onların durumu, Kur'ân-ı Kerîm'de haber verilen Allah'la peygamberlerinin arasını açmak istemek gibi cins bir küfür çeşidini hatırlatmaktadır:
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah'la peygamberleri arasını ayırmak isteyen "bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr ederiz" diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteriz diyorlar. İşte onlar gerçekten kâfir olanlardır" (Nisa: 4/150).
Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyet, sünnet'e müracaatı emrettiği, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in pek çok emirleri, fiilleri sünnete uymanın gereğini beyan ettiği halde, İslâm ümmeti içerisinde zaman zaman "sünnet"ten rahatsızlık izhar edenler olagelmiştir. Şüphesiz bu, dindarlıktan, dinî samimiyetten gelen bir davranış değildir. Aksine, -cehâletin, iğfalin kurbanı olmak söz konusu değilse -temelde siyâsî-ideolojik hesaplara dayanan din düşmanlığı yatmaktadır. Böylelerinin Kur'ân'a sâhip çıkma, Kur'ân'ın anlaşılmasına mâni olan engelleri kaldırma gibi dindarlık edasıyla sünnete tavır almaları müslümanları aldatma gâyesine yöneliktir.
Zaman içerisinde böyle zümrelerin peş peşe kıyâmete kadar ortaya çıkarak dinle kaşınacaklarını Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) pek çok hadîslerinde haber vermiştir. Ebû Dâvud'da gelen bir rivâyet şöyle:
"Haberiniz olsun "bana Kitap (Kur'ân) ve onun kadar başkası (Sünnet) verilmiştir. Haberiniz olsun, koltuğuna kurulmuş karnı tok birilerinin şöyle diyeceği gün yakındır: Size Kur'ân yeter, helâl nevinden onda ne varsa onları helal bilin, haram nevinden onda ne varsa onları da haram kabul edin".
Böyle diyenden sakının. (Kur'ân'da zikri geçmeyen haram da var. Bu cümleden olarak) ehlî eşek eti size helal değildir, vahşî hayvanlardan da parçalayıcı dişleri olanların eti haramdır..." Tirmizî'de kaydedilen rivâyette şu ziyâde var: "Muhakkak ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın haram ettiği tıpkı Allah'ın haram ettiği gibidir, (arada fark yoktur)".
Burada havârice ve revâfızın iddialarından bahsetmek konumuz olmamakla birlikte, daha Ashâb döneminde, bir kısım grupların Kur'ân'a ehemmiyet verme perdesi altında Sünnet'e tavır takınmaya başladıklarını belirtmemiz gerekir. El-Müstedrek'te kaydedilen bir rivâyet aydınlatıcıdır: Ashâb'tan İmrân İbnu Husayn (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan hadîsi rivâyet ederken bir adam atılarak:
"Ey Ebu Nüceyd, bize Kur'ân'dan anlat" der. İmrân adama şu cevabı verir:
"Sen ve arkadaşların Kur'ân okuyorsunuz. Bana söyler misin, namaz ve namazla ilgili rükünler nelerdir? Kezâ altın, deve, sığır ve diğer çeşit mallara terettüp eden zekat ne miktardadır? Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gördüm, sen görmedin. Rssûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize, zekatı şöyle şöyle vermemizi emretti." Bu açıklama karşısında ikna olan adam:
"Bana hayat verdin, Allah da sana hayat versin" der. Rivâyeti yapan Hasan Basrî hazretleri şu açıklamayı ilâve eder:
"Bu zat, ölmezden önce iyi bir İslâm fakîhi oldu".
Aynı hadîsin Hatîbu'l-Bağdâdî tarafından el-Kifâye'de kaydedilen  veçhinde İmrân (radıyallahu anh) itirazcıya daha açık bir dille şöyle der:
"... Sen ve arkadaşların sadece Kur'ân'a dayandığınız takdirde öğle namazının dört rekat olduğunu... Kâbe'yi tavafın yedi kere olacağını, Safa ve Merve arasında da tavaf yapılacağını ayetlerde bulabilecek misiniz?"
Tarihte ortaya çıkan vak'alar, Sünnet'i reddetme, düşüncesinin dinî hasbilikten çıkmadığını göstermektedir. İlk fikir babalarını yabancı ve bilhassa yahudi menşe'lilerin teşkil ettiği şia hareketleri, hep hadîse karşı çıkarmıştır. Çünkü mütevâtir olması sebebiyle Kur'ân'a dil uzatmak, O'nu gözden düşürmek mümkün değildir. İslâm'ı yıkabilmek için Kur'ân-ı Kerîm'in yorumunu istenen şekle dökme yolu kalmaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünneti ve bu sünnetin vazettiği Kur'ân'ı anlama ve yorumlama metodu mü'minler arasında muteber kaldıkça bu yol da kapalıdır. Öyle ise, ne yapıp yapıp Sünnet'i aradan çıkarmalıdır. Mûtezile öyle yapmıştır. İlk mutezilîler "mütevatir hadîsten başkasını tanımayız" demiş, ancak hadîsin mütevatir sayılması için ravilerden birinin cennetlik olması şartını koymuştur. Burada cennetlikten maksad Aşere-i mübeşşere'den birisi değil, kendi görüşlerinde olanlardan biridir. Hemen belirtelim ki, prensipte hadîs kabul etmeyen bunlar, yeri geldikçe -ve bilhassa muahhar olanlar- kendi görüşlerini te'yîd eden hadîs uydurmaktan da çekinmemişlerdir. Şu halde, hadîs düşmanlığı, ilmîlik, hasbîlik, Kur'ân sevgisi gibi dinî gayretten gelmiyor, sapık fikirlerine sünnette delil bulamamaktan ileri geliyor.
Âl-i Beyt dışındaki sahâbelerin rivâyetini reddeden şiilerin gayesi de aynı: Kur'ân Kerîm'i istedikleri gibi yorumlamak. Bunlar da hadîsi temelde reddetmiyor, kendi siyâsî gayelerine engel rivayetleri bertaraf etmek için Âl-i Beyt dışındaki Ashâb'ı tanımama hîlesine sapıyor. Hâsıl ettiği boşluğu istediği şekilde doldurmak için ikinci bir müessese getiriyor: Masum imam inancı. Yani, her çeşit hatadan berî, ilahî korunmaya mazhar, sözü hadîs sayılacak imâm. Bu, şiî akidesinin temel unsurlarından biridir. Ehl-i Sünnet açısından, hiçbir insan masum değildir.
Bir başka ifâde ile, Kur'ân-ı Kerîm'in müteşâbih âyetlerini istedikleri istikâmette yorumlaya yorumlaya mü'minleri küfür uçurumunun kenarına getirmek isteyen "kalplerinde eğrilik bulunan kimseler", hedeflerini gerçekleştirmek için kıyâmete kadar hadîsi reddetmeye devam edeceklerdir. Çünkü müteşâbihleri istismara tek engel hadîstir. Bu fitnenin devamlı var olacağını Âyet-i Kerîme bize haber verir:
"...Kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) onun te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar..." (Âl-i İmrân: 3/7).
Günümüzde sünneti reddetme gayretleri esas itibariyle bu âyette haber verilen ve tarihte fiilen örnekleri çokça görülen aynı espriye dayanmaktadır: Müteşâbih âyetleri, hatta mücmel ve âmm olanları keyflerine göre yorumlayabilmek için hadîs engelini ortadan kaldırmak. Bakıyorsunuz, bir kısım müsteşriklerin fikirleri maya tutmuş gibi: Tedvîn edildikleri ilk asırlardan beri bütün İslâm âlemince sıhhatinde ittifak edilen Buhârî ve Müslim gibi en mûteber hadîs kitaplarında bile mevzu hadîslerin varlığını iddia edenler çıkıyor. Bâzıları, Sahâbe'nin adâletini cerhetmeye çalışıyor. Çünkü, Ehl-i Sünnet dünyası, Kur'ân ve Sünnette gelen pek açık beyanlara istinaden, Sahâbe arasında hiçbir ayırım yapmadan hepsini udûl kabul etmiş, İslâm'a taraftarlıkları, dindarlıkları ve iyi niyetlerinden şüphelenmemiştir. Sahâbeye dil uzatmanın altında, şimdilerde bir de teşeyyü yâni şiîlik ve şiîleşme yatmaktadır. Böylece, ilmî görünüm altında onların, ashabı redd doktrinleri haklılık kazanmış olacak. Ancak Ashâb'a olan güveni sarsmanın gerisinde, bütün İslâm binasının temeline dinamit koyma yatmaktadır. Böylece, onların rivâyet ettiği sünnet'ten şüphe edilecek, sünnetin ayrılmaz şekilde iştirakiyle vazedilen İslâm şeriatından şüphe edilecek. Mü'minlerin kalbinden Ashâb-ı Kirâm (radıyallahu anhüm ecmain)'a olan sevgi ve itimadı çıkardınız mı, hadîs, peygamber ve hattâ Kur'ân-ı Kerîm'e olan saygının da kalmayacağını anlamak için fazla zeka ve ferasete gerek yok. Çünkü bunlar hep birbirine ayrılmaz şekilde bağlanmıştır: Ashâb'ın hepsini hem Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tebrie etmede, hem Kur'ân-ı Kerîm. Sünneti ve Kur'ân'ı bize Ashâb nakletmektedir.
Hadîs günümüzde, İslâm'a musallat olan bir başka cereyanın da en mühim engelidir: İslâmiyet'i beşerîleştirme, laisize etme cereyanı. Dünyada İslâmiyet'le doktriner mânadaki laisizmden birbirine daha zıt iki şey düşünülemez. Tıpkı gece ile gündüz, ak ile kara gibi. İslâm vahye müstenid ilâhî değerler manzumesi, laisizm beşerî hükümler sistemi. Birinde Allah'ın iyi dediği şey iyidir, diğerinde insanın. Birinin kaynağı vahy, diğerininki insan düşüncesi.
Geleceğin dünya devletini hazırlayanlar, ideallerinin gerçekleşmesini ve saltanatlarının devamını, her çeşit dinî ve millî heyecanını yitirmiş beynelmilel hümanist -yâni insanlar tarafından konan- değerleri benimsemiş, maddî menfaatinden başka endişesi olmayan, karnını doyurduğu, menhus zevklerini tatmîn ettiği her yeri vatan bilen, tıpkı bir koyun sürüsü gibi eli sopalı bir çoban tarafından istenen otlakta kolayca otlatılabilecek fevkalâde uysallaştırılıp ehlileştirilmiş -homo sovietieus- örneğinde insanlardan müteşekkil bir cemiyette görmektedir. Yarının insanlığını bu hâle getirmek, sürüleştirmek için çoktandır dünyanın her yerinde harekete geçen gizli açık komiteler açıklık, müstehcenlik, sefâhet, eğlence gibi vâsıtalarla topyekün insanlığa saldırıya geçmiş durumdalar. Şimdilerde turizm, spor, festival... yatırımlarını da bu maksatla istismar etmeye çalışmaktadırlar. Bu işte, ilk hedef gençliktir, tahşidât daha çok bu kesime yapılmaktadır. Çünkü onların aldatılıp, iğfal edilmeleri daha kolaydır.
Dünya çapında kıyasıya sürdürülen bu kavgada müslüman milletleri kendi hallerine bıraktıklarını zannetmek saflık olur. Hatta, en büyük hedefin müslümanlar olduğunu söylemek mübâlağa değildir. Zira hayatın her yönünü, kedine göre müstakillen tanzîm eden İslâmiyet ve onun tevhîd akîdesi, beynelmilel güçler için en çetin hedef, hazmi en zor hasımdır. Asliyeti üzere kaldığı takdirde, sahteliği ortaya çıkan bütün sistemlerin yerini almaya namzet olması haysiyetiyle ne yapıp yapıp onun bozulması, mensuplarının ondan şüphe eder hâle getirilmesi lazımdır. Bu maksadla, dıştan, içten, doğrudan dolaylı, pohpohlayıp uyutarak, tahkir edip komplekse ederek vs. her çeşit çalışma ve gayret gösterilmelidir.
Müslüman ve mü'min görünerek, Kur'ân'a sarılmak, ona gölge düşürene cephe alıyor iddia ederek bâtıl, bozucu, nifak çıkarıp fikirler atmak da her halde bu çalışma metodlarının en müessirlerinden biridir. Hadîse, ashâba dil uzatanları, ana kaynaklarımız hakkında şüphe sokmaya çalışanları bu çeşit menfur düşüncelerin uzantısı görmek, ihtiyatlı davranmak, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in dediği gibi, sünnet ve Kur'ân etrafında daha bir kenetlenmek gerekir.
Esâsen, böyle münâfık dindarların zuhur edeceğini, kendilerine Kur'ân'ı bayrak edinerek müslümanlara ve dine saldıracaklarını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haber vererek ümmetini uyarmıştır
"Ümmetim için en çok korktuğum iki şey vardır: Kur'ân ve süt. Kur'ân dedim, çünkü münafıklar, mü'minlere karşı mücâdelede kullanmak için onu öğrenirler. Süt'e gelince, süt için kır hayatını tercîh ederler, şehvetlerine uyarlar, namazı terkederler".
Münafıkların, Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenmeleri, müslüman nesillerin dinleri hususunda bomboş ve câhil bırakıldıkları veya sistemden uzak -zamanımızın resmî tedrisâtında olduğu gibi- insicam ve derinlikten yoksun bir kısım malumat kırıntısının din ilmi olarak verildiği, bu işe karşı koyacak durumda olanların da hadîs-i şerîfte "süt"le ifâde edilen "maddeperestlik"e, "bencillik"e düştükleri bir döneme rastlarsa ortaya çıkacak fecaati kavramak zor olmaz. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu münafık tezgahın gençlik kesiminde kurulacağını, onların daha çok öne sürüleceğini bildirmeye de ehemmiyet vermiştir. Bir hadîs şöyle: "Ahirzaman'da öyle bir zümre zuhûr edecek ki, bunlar yaşça genç, akılca kıttırlar. Konuştukları zaman en hayırlı sözden (yani Kur'ân-ı Kerîm'den) bahsederler. Kur'ân-ı Kerîm'in kendilerine has olduğunu ve kendilerinin de Kur'ân üzere olduklarını zannederler."
Hadîsin Buhârî'de kaydedilen veçhi bu gençlerin samimiyet durumunu da açıklar:
"...Ancak imanları gırtlaklarından öte geçmez. Hedefi delip (hiçbir bulaşık almadan öbür tarafa) geçen ok gibi onlar da dine girip çıkarlar (üzerlerinde dinin hiçbir te'siri kalmaz)".
Şârihler bu zümrenin lafla inandıklarını söyleyeceklerini ancak, kalple inanmayacaklarını, zâhiren güzel sözler söyleseler bile, söyledikleriyle asla amel etmeyeceklerini belirtirler.
Bu münafıkların, İslâm âlemine karşı mücâdelede, Kur'ân-ı Kerîm'i kullanmalarının dine büyük zarar vereceğini belirten Hz. Ömer (radıyallahu anh), bu durumda "Hadislere sığınılmasını çünkü, ashâbu'l-hadîs'in Kur'ân-ı Kerîm'i daha iyi bildiklerini" ifâde eder.

Düzenleyen : Ömer Faruk Ayyıldız (site admini)

Sünnetsiz Din Olur Mu?

Sünnetsiz Din Olur Mu?


Zamanımızda, sünnetin ehemmiyetini anlamayan insanlara rastlanabilmektedir. Böylelerine göre, Kur'ân tek başına dinî hayatımız için yeterlidir.
Bu fikir, İslâm ve Kur'ân adına ileri sürülemez, zira, buna Kur'ân'da delil şöyle dursun bir emâre bile bulunamaz... Daha önce kaydettiğimiz üzere, Kur'ân-ı Kerîm, pek çok ayetlerinde mü'minleri sünnete müracaat etmeye çağırmıştır. Üstelik Kur'ân-ı Kerîm'i ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı en iyi anlama durumunda olan Ashâb ve Tâbiîn nesilleri sünnete dört elle sarılmış, icabında, tek bir hadîsteki tereddüdünü izâle için uzun seyâhatlere çıkacak kadar ona kıymet vermiş, İslâm Dinî'ni her yönüyle teferruatlı olarak tedvîn ve tatbîk ederken Kur'ân'la Sünnet'i birbirinden ayrılmaz şekilde meczetmiştir. Gerek itikadî, gerek amelî bütün mezhepler Kur'ân -Sünnet temeli üzerine oturtulmuştur. Ahlak-tefekkür-tasavvuf-sanat-edebiyât vs. İslâm'ı temsîl eden her çeşit medenî-kültürel âsâr da keza bu iki kaynaktan mülhem olmuştur. Ondört asır boyunca bütün mü'min nesiller İslâm'ı böyle anlamakta icma etmiştir. Nice milyarların katıldığı bu icmanın aksini iddia etmenin saçmalığını ifâde edecek kelime bulmaktan diller âciz kalır.
Meseleye bir başka açıdan, mevzunun yabancıları, câhilleri için ilmî açıdan yaklaşarak; Hadîsler sonradan yazılmıştır; hadîslere çok şeyler karışmıştır; haber-i vâhidle sâbit olanlara fazla güvenilmez; sünnet Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)'in şahsi görüşüdür, O da bizim gibi insandır, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de zaten "Ben de insanım, unutur ve hata yaparım, siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz" demiştir; hadîs olsa olsa sâdece dinî işlerde geçerlidir, ziraat, ticâret ve diğer dünya işlerinde geçerli değildir; dünya hayatıyla ilgili beyanlar Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrinin Arap örfüdür... vs. vs." diyenlere gelince...
Meseleyi bu açıdan ele alacak olsak, karşımıza en az önceki kadar tutarsız bir mugâlâta ortaya çıkar. Yukarıda kaydettiğimiz sözlerin hiçbir ciddî yönü yoktur. Hepsi de konunun yabancılarını aldatmaya mâtuf muğâlata ve demagojiden ibârettir. Şöyle ki:
1- Herşeyden önce, istiskal edilmek istenen sünnet'ten maksad nedir? Bu tâbirin içine yeme-içmeden, kılık-kıyâfet, oturup-kalkma ve yatmaya kadar pek çok âdâb girdiği gibi, menşeini Kur'ân'dan alan bir kısım hükümler de girmektedir.
2- Sünnetin güven vermediği, zamanla başka şeylerin karışmış olabileceği iddiasına gelince, bu da tutarsız bir iddia. Çünkü, İslâm âlimleri daha Sahâbe döneminde hem yazılı, hem sözlü olarak hadîsleri zabt ve tedrîs ederken çok sıkı ve ciddî davranmıştır. Bizzat ilk halîfeler tarafından temelleri atılıp müesseseleştirilen tahkikli hadîs alma verme metodu, araya suiniyet sâhiplerinin girmesine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan olmayan şeyleri bilerek sokmaya mâni olmuştur: Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh), önceden duymadığı bir hadîs işitecek olsa -sıhhati hususunda tereddüt duyması hâlinde- ikinci bir şâhit isterdi. Aynı yolda giden Hz. Ömer (radıyallahu anh) daha da ileri giderek hadîs rivayetine tahdîd koymuş, rastgele ve çok fazla rivâyette bulunanları hapse attırmış, kamçılatmıştır vs. Hz. Ali (radıyallahu anh) işittiği hadîste mutmain olmazsa rivayet edene yemin ettirirdi. Hz. Osman (radıyallahu anh) zamanında patlak veren fitnelerden sonra siyasî maksadlı hadîs uydurma hâdiseleri görülmeye başlayınca âlimler "hadîs dindir, dininizi kimden aldığınıza dikkat edin" düsturuyla hareket ederek diyânet, ahlâk ve mürüvvet yönlerini iyice bilmedikleri kimselerden hadîs almamaya, hadîs rivâyet eden kimseye de "Sen kimden bu hadîsi dinledin, o kimden işitmiş?" diye tahkîk etmeye başlamışlardır. Böylece Ashâb'tan itibaren, ahvali çok iyi bilinenlerden hadîs alma ve aldığı şekilde başkalarına anlatma müessesesi doğmuştur. Ayrıca talebe hocasından ezber veya yazı yoluyla aldığı hadîsleri, "Bunlar senin rivâyetlerindir, senden aldım" diye hocanın kontrolüne sunup, "Evet bendendir, rivâyet edebilirsin" iznini almadan rivâyet etmemiştir. Bu, hocadan-talebeye icâzet müessesesi, hadîslerin sıhhatini azâmî ölçüde korumaya bir başka garantidir.
Sahâbe'nin sağlığında başlayan bu an'ane, hadîsleri kitap haline koyan büyük müelliflere kadar fasılasız devam edecektir. Hadîs kitaplarının te'lîfi ayrı bir konu. Bu, Resûlullah (aleyhissalâtu vessalâm)'ın sağlığında başlar. Bugün, birinci, ikinci hicrî asırda yazılmış hadîs kitaplarına sahibiz, Kütüb-i Sitte üçüncü asırda yazılmış ise de, hadîs o devre kadar hep ezber yoluyla gelmemiştir. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)'nin talebesi Hemmâm İbnu Münebbih'in risalesi bulunmuştur. Hz. Ali'nin üçüncü göbekten torunu Zeyd İbnu Ali'nin Müsned'i her yönüyle mükemmel bir hadîs mecmuasıdır, ikinci asrın başlarında te'lîf edilmiştir. İmam Mâlik'in Muvatta adlı meşhur eseri bir başka yazılı âbidedir. İmam Mâlik'in vefatı 179'dur. Vefatı 211 olan Abdürrezzak'ın Musannaf'ı onbir cilttir. Kısacası, Kütüb-i Sitte müelliflerinden çok önce, hadîsler kitaplar hâlinde yazılı hâle konmuştur. Fazla söze ne hâcet, hadîslerin İslâm âleminin her tarafında, sistemli bir şekilde mecburi yazdırılması demek olan tedvîn işinin, resmen devlet tarafından ele alınması hâdisesi birinci asrın sonlarında cereyan ettiğinin bilinmesi hadîslerin yazılı an'aneye geçmesinin eskiliğini göstermeye yeterlidir. Bir başka ifâdeyle hadîsler üçüncü asırda sâdece tasnîf edilmiştir. Yâni ilk defa Buhârî olmak üzere Kütüb-i Sitte İmamları, hadîs ulemasından cemedip topladıkları hadîs malzemesini ayıklamaya tâbi tutmuşlar, umumiyetle benimsenen sıhhat şartları açısından sahîh olanları, diğerlerinden temyîz etmişlerdir.
Şu hususu da belirtmek gerekir: Hadîsçiler, hiçbir dine nasîb olmayan bir ilim geliştirmişlerdir, buna cerh ve ta'dîl ilmi denir. Yani, hadîsleri üçüncü asra kadar rivâyet etmiş olan şahısları inceleme ilmi. Yani bir hadîsi Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'den hangi sahâbî dinlemiş, kime anlatmış, o şahıstan kim işitmiş... Böylece elimizdeki bütün hadîsleri, kitabına alan müelliflere gelinceye kadar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra kimler rivâyet etmiş bilmekteyiz. Bilgimiz sâdece bu rivâyet zincirine giren şahısların ismi değil, onların şahsiyetleri, kısaca hayat hikâyeleri, hâfıza durumu, diyânet durumu, ahlâkî, insanî durumu, hocaları, talebeleri vs. Ve zannedilmesin ki, bu ilim sonradan geliştirildi. Hayır, tahkîk göstermiştir ki bunun temeli Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından atılmıştır. Hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e kadar çıkarmak bile mümkün. Bu ilim sâyesinde bugün onbinlerce insanın hayatını bulabilmekteyiz.
Hadîsçiler, tedkîkten sonra, güven vermeyenlerden hadîs almamışlardır. Öyle hadîsçiler olmuştur ki, yolda yemek yiyen, musiki dinleyen, hakkında menfi söz edilen, dinî yaşayışında noksanlık bulunan kimselerden hadîs almamıştır. Hadîsin sahîh ve makbul olma şartlarından biri, hadîsi müellife kadar rivâyet eden şahısların Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e varıncaya kadar birbirlerini görmüş olma durumudur, buna senette ittisal denir. Bir diğer mühim şart bu zâtlardan her birinin müslüman, itikadı sağlam, dindâr, yalancılık ithamından uzak, ahlâken mazbut, hâfıza durumunun iyi olmasıdır. Buhârî ve Müslim bu şartları daha da sıkı mertebelere götürdükleri için onların eserlerine olan itimad daha fazla olmuştur.
Böylesine sıkı ve güven verici şartlar altında bize intikal eden hadîslerden bir kalemde teberri etmeye kalkmak, güvensizlik ifâde etmek olacak şey değil. Hadîsden şüphe etmek, hayatta pek az şeye inanmamızı gerektirir. Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer bütün dinlerin kitapları değerini tamamen yitirir, efsâneye dönüşür. Tarih kitaplarının çoğunu çöpe atmak gerekir. Çünkü hiçbiri, hadîslerin mazhar olduğu tedkîk ve tenkîdden geçmiş değildir ve böyle bir tedkîk ve değerlendirmeye kesinlikle tahammül edemezler. Günümüzde bile gazetelerin yazdığı, radyoların söylediği pek az şeye inanılabilir. Hadisçilerin koyduğu itikad, dindarlık, dürüstlük gibi sıkı şartları arayacak olsak kaç gazetecimiz, muhabirimiz bu imtihanı verebilir, istihbarat teşkilâtlarında çalışan kaç vazîfeli hadîsçilerin tabiriyle sika (güvenilir) puanı alabilir?
Sözü fazla uzatmadan "Hadîs üçüncü asırda yazılmıştır... Şüphelidir", "Haber-i vâhiddir güven vermez, amel edilmez" diyenlere dostça şu tavsiyeyi yaparız: "Bunu ne sen söylemiş ol ne de biz duymuş olalım. İnsanlık tarihi, dünyanın nizamı, muhâberât sistemleri hep haber-i vahîd esasına dayanır, üstelik diğerleri, İslâm'ın hadîs an'anesinde olduğu gibi kontrollü ve tahkikli de değil. İslâm'ınkini reddettin mi, öbürlerini hayda hayda reddetmen, başta baban, her şeyden şüphe etmen gerekir.
Hadîsleri, dine müteallik, dünyaya müteallik olanlar diye ayırmaya gelince, bizce bu da bir başka mugâlâta, bir başka cehâlet. Karşılığında sevâp vâdedilen bir amele münhasıran dünyevî demek mümkün mü? İslâm hangi meselesini dünyevî hangi meselesini uhrevî diye kesin hatlarla ayırmıştır? Dünya ve âhireti berâberce iç içe ele almak İslâm'a has bir orijinalitedir. Fıkıh kitaplarımız temizlik bölümüyle başlar, namaz, oruç, nikâh, ticâret, cezâlar, muâmelât gibi... bölümlerle devam eder. Bu bölümlerde belirtilen esasların hepsine, tefrîk yapmadan, uymak gerekir. Uymayan Allah'a âsidir. Uyku ve istirahatimize, karı-koca arasında cereyân eden zevciyât muâmelesine varıncaya kadar "her müsbet amele sevab" vaadeden bir dinde dünyevî-uhrevî, dinî-gayr-ı dinî ayrımı nasıl yapılacaktır? Delîl olarak ileri sürülen ve Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in içtihâd ve istişâre âdabını öğretme vazîfesine müteallik, o vazîfenin tabiatı icâbı sarfettiği bâzı sözleriyle ilgili açıklamaya daha önce yer verdiğimiz için burada tekrar etmeden, hadîslerde gelmiş olan: "Siz dünya işini benden daha iyi bilirsiniz... Ben de insanım hata ederim, unuturum..." gibi sözlerin de hadîs üzerinde şüphe ileri sürenlerin işine yaramayacağını belirtmek isteriz. Esâsen şüphe sâhipleri, kendilerine hadîsten delil getirmemeleri gerekir, çünkü şüphe içindedirler, onlar da uydurma olabilir, aksini söyleseler kendileriyle tezada düşerler ve bazı Mutezîliler gibi işine gelene sahîh, işine gelmeyene uydurma demiş olma durumuna düşerler. 


Düzenleyen : Ömer Faruk Ayyıldız (site admini)

Zayıf Hadîsle Amel:

Zayıf Hadîsle Amel:


İslâm âlimleri, bâzı sâhalarda zayıf hadîsle amel etmede müttefiktirler: İyi amellere, güzel ahlâka teşvîk bâbındaki hadîsler gibi. Bir kısım âlimler de, bir konuda zayıf hadîs varsa, zayıflığı sebebiyle onu terkederek kıyasa gitmeyi uygun bulmazlar, onunla amel ederler. Bunlar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan olma ihtimali bulunan bir sözün, bu ihtimali hiç taşımayan beşer sözünden yani kıyasla ortaya konan reyden üstün olacağı fikrindedirler. Ahmed İbnu Hanbel, Nesâî, Ebû Dâvud, Ebû Hanîfe, İmam Mâlik bunlardandır. Bütün hadîsçiler şu görüşte ittifak ederler: Haber-i vâhid sınıfına giren bir hadîs, taşıdığı vasıflar sebebiyle zâhiren sahîh olsa da nefsülemirde (gerçekte) sahîh olmayabilir, keza, zâhiren zayıf kabul edilen bir hadîs de nefsülemirde sahîh olabilir. Öyleyse zayıf hadîs, Peygamberimizin (aleyhissalâtu vesselâm) sünneti olma ihtimalini daima taşımaktadır. Bu sebeple, İslâm âlimleri, hadîsi zayıftır diye hemen mülâhaza ve değerlendirme dışı tutmamışlar, onu kuvvetlendirme, onunla sâdece ahlâkî değil, ahkâm sâhasında da amel etmenin yollarını, imkânlarını aramışlardır. Çünkü inanıyorlardı ki, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözü, aslı itibariyle ameli mucibtir, hadîsteki şüphe ise, O (aleyhissalâtu vesselâm)'ndan nakil hususundadır". Öyle ise herhangi bir karîne O (aleyhissalâtu vesselâm)'ndan olduğunu te'yîd edince amelde tereddüt etmemelidir ve öyle yapmışlardır. Kitaplarımızda bunun örnekleri var.

Düzenleyen: Ömer Faruk Ayyıldız (site Admini)

Kur'ân Ve Hadîs Arasındaki Fark:

Kur'ân Ve Hadîs Arasındaki Fark:


Yukarıda açıklamalarda yer verilen bâzı ifâdelerin, Kur'ân'la Sünnet'i âdeta bir elmanın iki yarısı gibi takdîm ettiğini gördük. Bâzı kayıtlarla bu ifâdelerin doğruluğunu kabul etmek zorundayız. Öyle ise burada o kayıtları belirtmekte fayda var.
Bu bahiste, Kur'ân'la Sünnet arasındaki benzer ve ayrılan noktaları lafz, sübût, mânaya delâlet ve ilim ifâde etme yönlerinden inceleyeceğiz.



1- Lafz Yönü.


Hemen ifâde edelim ki, Kur'ân-ı Kerîm Fatiha Sûresi'nden Nas Sûresi'ne kadar, her âyeti, her kelimesi ve her harfiyle vahiydir, kelamullahtır. Yâni âlemlerin yaratıcısı ve Rabbi sıfatıyla Cenâb-ı Hakk'ın kelamıdır, sözüdür. Vahy-i metluv olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelmiştir. Teblîği sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tasarrufta bulunması, elfazı değiştirmesi, artırıp eksiltmesi söz konusu değildir. Kur'ân-ı Kerîm'in bu vasfı her çeşit şüpheden uzaktır. Hattâbî, bu hadîsi açıklarken: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a metluv ve zâhir olan Kur'ân vahyi kadar da gayr-i metluv ve bâtın olan vahiy gelmiştir" dedikten sonra "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e, kendisine tanınan Kur'ân'ı beyân etme... Kur'ân'da zikri geçmeyen hükümleri ona ilâve etme iznine de sâhiptir" der. Nitekim, İslâm şeriatına Sünnet'in ilâve ettiği o kadar çok hüküm olmuştur ki, İslâm binasına Kur'ân ve Sünnet'in aynı derecede iştirakini ifade için bâzı âlimler: "Kitap, Sünnet'e bir yer bırakmıştır. Sünnet ise -daha önce belirttiğimiz üzere- mâna yönüyle gayr-ı metluv olarak gelmiştir ve bu mânayı lafza, ifâdeye dökme işini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yapmıştır. Ayrıca, sünnetin aynıyla zabtı ve muhafazası için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın -açıklayacağımız üzere- Kur'ân-ı Kerim'de olduğu gibi yazdırma, ezberletme... gibi tedbîrler almamış olması sebebiyle, hadîslerdeki elfazın aynen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözleri olduğu da kesinlikle iddia edilemez. Bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in verdiği ruhsata dayanarak, hadîsçiler, mâna korunmak şartıyla değişik kelimelerle hadîs rivayetine müsamâha göstermişlerdir. Öyle ise hadîste ziyâde ve noksan ihtimali dâima vâriddir. Nitekim, aynı meseleye temas eden hadîslerin râvileri değiştikçe lafızlarında az veya çok farklılıklara rastlanmaktadır. Şu halde Kur'ân'la hadîs arasında lafz yönüyle kıyaslanamayacak kadar fark vardır.

2- Sübût Yönü.


Bu noktadan da Kur'ân'ın eşsizliği açıktır. Kur'ân-ı Kerîm, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nasıl inmiş ise bize kadar, herhangi bir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Bütün Kur'ân muhtevası kelamullahtır, beşerî katkı söz konusu değildir. Kur'ân'ın hem ilâhilik ve hem de kesinlik vasfı onun, başka hiçbir esere nasîb olmayan mümtaz, mucizevî yönüdür. İki kere iki dört eder derken "dört" bütününe eşit değerde iki parçayla ulaşmamız gibi. Üç, bir daha dört eder deyince de aynı neticeye varıyoruz, ama taraflardan biri ağırlıklıdır. Öyle ise, Kur'ân mevzuunda lafzının ilahîliği kadar sübûtunun kesinliğini de bilmek gerekmektedir. Bu bilgi bilhassa, hadîsle yapılacak kıyaslamalarda ayrı bir ehemmiyet taşır. Konumuz açısından taşıdığı önem sebebiyle, -bilhassa mevzuun dışında olan okuyucularımızı göz önüne alarak- bir istidrak yapıp Kur'ân ve Hadîs'in zabtıyla ilgili kısa bilgi vereceğiz.
Öncelikle şunu kaydedelim ki, Kur'ân'ın kelamullah oluşu, onun mucizevî vasfıyla sâbittir. Kur'ân, kendisinin "kelâmullah" olduğunda şüphe edenlere meydan okumakta, bir sûresine edebî yönden bir benzer getirmeye dâvet etmektedir. Aradan geçen bunca zamana rağmen onun tek bir sûresine bile -ki tek satırdan ibâret olan sûreler de vardır- bir benzer getirilememiş olması onun ilâhîliğini isbata kâfidir.
Sûbûtun kat'îliği de şüphe götürmez bir durum arzeder. Aksini söylemek aklen mümkün değildir. Eksiklik, fazlalık, tağyîr iddia edecek kimse, dâvasını destekleyecek aklî, naklî ciddî bir delil bulamaz. Çünkü Kur'ân bize mütevâtiren gelmiştir. Yine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Kur'ân'ın zabtı hususunda öyle tedbirler almıştır ki, o sâyede pek çok ezberleyenler ve yazanlar yoluyla sonradan gelen nesillere ihtilafsız, münâkaşasız olarak intikal etmiştir. Bu tedbîrleri şöyle özetleyebiliriz:
1- Her bir âyet vahyedildikçe Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm), bunları derhal vahiy katiplerine yazdırmıştır.
2- Vahiy kâtiplerince yazılan bu ilk nüsha; derhal hem yazılı olarak çoğaltılmış ve hem de çok sayıda mü'min tarafından ezberlenmiştir.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), hâfıza ve yazıya ârız olabilecek hata ve yanılmaları önlemek için de kontrol müessesesi getirmiştir. Bâzı hususî muallimlerin evleri dolaşarak eski vahiyleri kontrol, yenileri tâlim etmesi gibi. Günümüzde bile "mukâbele" adıyla devam ettirilen "arza" an'anesi de bir kontrol müessesesi olarak burada hatırlatmaya değer: Her sene ramazan ayında, geçmiş yıllarda o ana kadar gelmiş olan vahiyleri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) önce Cebrâil (aleyhisselam)'e okumuş, sonra da, Mescid'de halkın huzurunda yüksek sesle cemaate kıraat buyurmuştur. Bu tedbîr, yazılanların ve ezberlenenlerin toptan kontrolden geçirilerek gerekli tashîhlerin yapılmasına imkân vermiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatının son ramazanında bu mukabele iki sefer tekrar edilir. Buna arza-i âhire denmektedir.
4- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), başlangıçta kendi sözlerini yazmayı yasaklamıştır. Bu yasak da Kur'ân'ın asliyetine düşebilecek gölgeyi bertaraf etmeyi gâye edinir.
5- Vahy'in ne zaman geleceği belli olmadığı için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), berâberinde dâima "kâtip" bulundururdu. Askerî seferler esnasında bile ihmal etmediği bu kâtipler, yanında kimsenin bulunmadığı istirahat anlarında dahi O'ndan (aleyhissalâtu vesselâm) ayrılmazlardı[1]. Risâlet-i Muhammediye'nin en hengâmeli ânı olan Mekke'den Medîne'ye hicret ânında bile berâberinde kağıt-kalem gibi yazı malzemesi bulundurmayı ihmal etmemiş olması Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, vahy-i ilâhî'nin yazı ile korunması hususundaki titizliğini göstermeye yeterlidir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) vefat ânına kadar, vahyin ne zaman kesileceğini bilmediği için, Kur'ân-ı Kerîm'e kitap şeklini vermemişti. Ama, harplerde çok sayıda hâfızın şehîd düşmesi, bu meselede Ashâbı (radıyallahu anhüm) harekete geçirmiş, Hz. Ömer'in teşebbüs ve teşvîkleriyle Hz. Ebû Bekir tarafından teşkîl edilen heyet, ayrı eşyalar üzerinde dağınık halde bulunan Kur'ân vahiylerine kitap şeklini vermiştir.
Tedvîn denen bu kitap hâline koyma işi ezberle kontrol edilen yazılı metinlerle yapılır ve binlerce Sahâbenin huzurunda cereyan eder. Mushaf olarak ortaya çıkan bu ilk nüshaya eksiktir, fazladır kabilinden Ashâbtan biri tarafından itiraz vâki olmamıştır, tarih kitapları böyle bir şeyden bahsetmiyor.
Bu ilk ve tek nüsha, dördüncü halîfe Hz. Osman (radıyallahu anh) tarafından çoğalttırılarak belli başlı merkezlere gönderilecek ve oralarda da tekrar bu asla uygun olarak yeniden yazdırılıp sayıları artırılacaktır.
Böylece, yazı ve ezber birbirlerini kontrol ederek, Kur'ân-ı Kerîm'i, ihtilafsız şekilde günümüze intikal ettirmiştir. Aksini söylemek mümkün değildir, söyleyen târihe, ilme ve akla ters düşer, delil getiremez.
Hadîsin zabtı ise böyle olmamıştır. Gerek Kur'ân âyetleri ve gerekse bizzât Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm) sünnetin öğrenilmesi, yayılması, sünnetle amel edilmesi hususunda teşvîk ve irşadlarda bulunmuş ise de Kur'ân-ı Kerîm'inkine benzer sistematik, ısrarlı ve resmî bir zabtetme müessesesi ortaya konmamıştır. Ashâb çoğunlukla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinleyerek hadîs öğrenmiştir. Sistemli şekilde yazan ve hattâ yazdıklarını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arzedip kontrol ettiren sahâbîler de vardır. Ancak, bunlar resmî tedbirler değil, hususî himmetlerdir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetini resmen derleyip kitaplar hâlinde ortaya çıkararak muhâfaza altına alma işi birinci hicrî asrın sonlarına doğru Emevi halîfelerinden Ömer İbnu Abdilazîz (radıyallahu anh) tarafından ele alınacaktır. Kur'ân'ın tedvînine, meşhûr hâfızların vefatları sebep olduğu gibi, hadîslerin tedvînine de Sahâbelerin tükenmeleri, hadîsi iyi hilen âlimlerin ortadan kalkmaya başlamaları sebep olmuştur.
Şu hâlde, Kur'ânla sünnet arasında sübût yönünden mühim bir fark mevcuttur. Bir bütün olarak düşünecek olursak, sünnetin sübûtu yâni Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbetindeki sıhhat, Kur'ân gibi değildir. Kur'ân, her çeşit şüpheden uzak olarak kesin iken, sünnet zannî'dir.
Sünnet'i, bütün olarak değil de tafsilî olarak ele alacak olursak kısımlara ayrıldığını  görürüz:
1- Mütevâtir olanlar: Bu çeşit sünnet çok sayıda kimseler tarafından rivâyet edildiği için sübûtu kesindir. Haîz olduğu objektif şartlar sebebiyle sübûtunu inkâr etmek aklen mümkün değildir. Ancak bu çeşit hadîsler miktârca azdır.
2- Mütevâtir olmayanlar: Bunlara haber-i vâhid de denir. Bu gruba girenler, çeşitli nokta-i nazardan taşıdıkları vasıflar sebebiyle a) Sahîh, b) Hasen (sahih olma ihtimali gâlib), c) Zayıf olmak üzere üç ana bölüme ayrılır. Mevzû denen uydurma hadîsler konumuza girmez.
Sahîh hadîs, sübût yönüyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbeti kesin olan, ifâde ettiği hüküm yönüyle de âyet veya başka bir sahîh hadîse muhâlefet etmeyen hadîstir. Buradaki sübût'un kesinliği izâfidir, mütevâtirde olduğu gibi mutlak değildir.


3- Mânaya Delalet Yönü:


Bu hususta Kur'ân âyeti ile sünnet arasında kesin benzerlik mevcuttur. Yâni, Kur'ân-ı Kerîm'de mânası, ifade ettiği hükmü açık âyetler olduğu gibi, böyle olmayan âyetler de vardır. Sünnet de böyledir, bâzı rivâyetler açık ve kesindir, başka türlü yoruma, anlamaya müsâid değildir. Farklı anlama ve yorumlara imkân veren hadîsler de vardır. Gerek Kur'ân ve gerekse sünnette mâna ve delâleti kesin olan ibârelere nas veya muhkem denir.

4- İlim İfâde Etme Yönü:


Kur'ân ve mütevâtir hadîsle sabit olan her şey kesin ilim ifâde eder. İslâm âlimleri, mütevâtir haberle Kur'ân âyeti arasında bu noktada ayırımı yapmazlar. Dolayısıyla mütevâtir haberle sâbit olan bir meseleyi inkâr eden kimse ile âyetle sâbit olan meseleyi inkâr eden birdir, her ikisi de tekfîr edilir.
Haber-i vâhid, râvinin hata etmiş olma ihtimalini taşıdığı için kesin (yakinî) ilim ifâde etmez. Az da olsa bâzı hadîsçiler haber-i vâhid'in de yakinî ilim ifâde edeceğini söylemiştir. Her hal ü kârda kendisiyle amelde haber-i vâhid hüccettir. Haber-i vâhid'i inkâr eden -sübûtundaki zannîlik sebebiyle- tekfir edilmezse de günahkâr olur, inkârı te'vîle dayanmazsa tadlîl olunur yani delâlete düştüğüne hükmolunur. Ancak, "haber-i vâhid"in meşhur denen birçok tarîkten gelmiş kısmını inkâr etmenin delâlet olacağı belirtilmiştir. Şurası açıklıkla ifâde edilmiştir ki, sahîh bir hadîsi istihfaf etmek ve meselâ böyle bir düşünce ile: "Çok işittik" demek küfürdür.
Şu halde, dinî bir delilden çıkarılacak hükmün bağlayıcılık derecesi, yâni bu hükmün târz veya vâcib veya sünnet veya müstehab gibi vasıflardan birini alması onun hem sübût ve hem de mânaya delâletteki kesinlik durumuna bağlıdır. Kur'ân'dan bir âyet veya mütevâtir bir hadîs sûbut yönüyle kesin bile olsa mânaya delâleti zannî olabilir. Binâenaleyh, Kur'ân âyetleri her defasında amel nokta-i nazarından farz veya vâcib ifâde etmez. Haber-i vâhid de, sübûtundaki zannîliğe rağmen her seferinde müstehab, mendub, -fıkhî tâbir olarak- sünnet ifâde etmez. Haber-i vâhidle (ve hatta bazan zayıf olduğu kabul edilen haber-i vâhidle) ihmali mümkün olmayan pekçok şer'î ahkâm teşrî edilmiştir; vâcib, haram, helâl hükmü verilmiştir; misallerini daha önce kaydettik.





Düzenleyen : Ömer ;Faruk Ayyıldız (site Admini)