19 Mart 2010 Cuma

Doğuşu Ve Başlama Tarihi

Doğuşu Ve Başlama Tarihi






Tarih ve nihâl kitapları Halku'l-Kur'ân meselesi'nden ilk söz edenin Ca'd İbnu Dirhem olduğunda, bunu da Cehm İbnu Safvân'ın tâkip ettiğinde bunlara da arkadan Bişr İbnu Gıyâs el-Merîsî'nin tâbi olduğunda müttefiktirler. Bu husûs hâfız Lâlkâ'î'nin Şerhu's-Sünne'si ile İbnu Ebî Hâtim er-Râzî'nin "er-Reddü 'alâ'l-Cehmiyye"sinde ve bunlar dışında kalan diğer kitâplarda açıkça görülür.



Ca'd İbnu Dirhem hicrî 118 yıllarında zındıklık ve mülhidlik suçuyla öldürüldü. Bu târih, Emevîler saltanatının sonlarına rastlar. Cehm İbnu Safvân ise 128 sene-i hicriyesinde Horasan ümerâsına Hâris İbnu Süreye ile birlikte kılıçla çıkış yaptığı için öldürülmüştür. Bişr İbnu Gıyâs el-Merîsî ise 218 yılında 70 yaşında olduğu hâlde Bağdâd'da vefât etmiştir.



Hâfız Zehebî, el-İber'de der ki: "Fakîh ve mütekellim olan Bişr el-Merîsî 218 yılında vefât etti. Bu herif, halku'l-Kur'ân sözünün dâilerinden yâni propagandacılarındandı. Senenin sonunda öldü. Ulemâdan hiç kimse cenâzesine katılmadı. İmâmlardan bir gurup küfrüne hükmetti. Mîzânu'l-İ'tidâl'de "Bişr, Cehm İbnu Safvân'a yetişmedi ise de sözünü benimsedi ve bunları kendisine hüccet edindi. Başkalarını da bu fikirlere dâvet etti. Bişr'in babası yahûdî olup Nasr İbnu Mâlik çarşısında kasaplık ve boyacılık yapardı. Hârunu'r-Reşîd'in saltanatı sırasında yakalandı ve sözleri sebebiyle eziyet edildi" denir. Reşîd'in hilâfeti 170 yılından vefât târihi olan 193 yılına kadar devâm etmiştir.



Bu fitne belli bir ölçüde İmâm Ebî Hanîfe zamanında zuhûr etti. Ebû Hanîfe 80-150 yıllârı arasında yaşamıştır. Bu konuda hakkı söyledi ve fitneyi neşredenleri reddetti. Bir müddet için onları susturdu da. Bu husûsu İbnu Ebî'l-Avvâm el-Hâfız rivâyet etmiştir. Ondan da Allâme Kevserî Te'nîbü'l-Hatîb'de nakleder. Kezâ İbnu Kuteybe de Ebû Hanîfe'nin bu meseledeki tutumuna takdîr ve istihsân dolu ifâdelerle el-İhtilâf fi'l-Lafz kitâbında temâs eder.



Kevserî merhûm Te'nîbu'l-Hatîb'de der ki: "Kur'ân hakkındaki fikirleri yayılmadan Cehm'in öldürülmesi helâl değildi. Onun fikirleriyle pek çok kimse fitneye düştü. Bir kısmı onun fikirlerini iltizâm etti, bir kısmı da nefret besledi. Orta yol bırakılıp ifrâd ve tetrîde sapıldı. Bu bid'atcı ile mücâdelede yeterli bilgi olmadığı için birçok kimseler el-Kelâmu'n-Nefsî'nin nefyinde ona zulmettiler. Diğer bir kısmı da onun zıddını söylemek sadedinde el-Kelâmu'l-Lafzî'nin kıdemini ileri sürdüler".



Ebû Hanîfe bu durumu görünce meseleyi mihrâkına oturtup hakkı beyân etti ve dedi ki: "Allah'la kaaim olan mahlûk değildir. Halkla kaaim olan mahIûktur." Burada demek istiyordu ki: "Kelâmullâh, kıyâmı îtibâriyle, kıdemde Allah'la iştirâki olan diğer sıfatlar gibi bir sıfattı. Fakat tilâvet edenlerin dillerinde, hâfızların zihinlerinde, mushafların sayfalarında sestir, zihnî sûrettir ve nakıştır. Bu durumuyla taşıyıcıları gibi mahlûktur. İlim ve idrâk ehlinin görüşleri bundan böyle bu görüş üzerine istikrârını buldu."



Fakat mezkur fitne burada sönmedi. Ortaya çıkıp tekrar kaybolmalar sûretinde Abbâsî halîfelerinden Me'mûn zamanına kadar devâm etti. Onun zamanında mesele yeniden ortaya çıktı ve rağbet gördü. Bizzât Me'mûn da buna inândı ve bu husûstaki Mu'tezilî görüşü tam olarak benimseyip Kur'ân'ın mahlûk olduğuna kâni oldu. Sadece inanmakla da kalmayıp âlimleri, kadıları, muhaddisleri, râvileri Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söylemeye çağırdı. Emre uymayanlara işkence ettirdi. Bu tutumu, hayâtının ve hilâfetinin son senesi olan 218 yılına müsâdifti.



Bu fitne Me'mûn devrinde yâni 218 yılından sonra da Mutasım ve Vâsık devirlerine kadar devâm etti. Hattâ Mütevekkil devrinin başlarına, 232 yılına kadar varlığını devam ettirdi. Mütevekkil hilâfete geçince Kur'ân'ın mahlûk oluşu meselesinde kendinden önce gelmiş olan üç selefinin yaptığı şekilde gayretkeşlik göstermedi. Fazla olarak 234 yılında Kur'ân'a mahlûktur denmesini de yasakladı. Bu yasağı bütün vilâyetlere tâmîm etti. Böylece devleti ve halkı huzursuz eden bir fitne sönmüş oldu.



Âlimler ve muhaddisler bu 15 senelik müddet içerisinde zulmün her çeşidine mâruz kaldılar. Bir kısmı kılıç korkusuyla resmî çağrıya uydu. Bir kısmı mânâsını anlamaksızın kerhen uydu. Bir kısmı selefin girmediği bir konuya girmekten kaçındı. Bir kısmı icâbet etmekten imtinâ etti ve Kur'ân gayr-i mahlûktur tezini açıkça müdâfaa etti. Bunlar, bu inançları uğrunda her çeşit işkence ve ölüme katlandılar, sabrettiler.



Hâfız Zehebî, el-İber'de der ki: "Me'mûn 218 yılında âlimleri halku'l-Kur'ân meselesiyle imtihân etti. Bu konuda Bağdâd'daki nâibine yazdı -zirâ kendisi Rakka'da idi- Daha da ileri giderek bu bid'ate, inanan bir insanın taassubuyla sarıldı, ulemânın ekserisi istemeye istemeye icâbet etti. Bâzıları tevakkuf etti ise de bilâhare onlar da icâbet edip münâzara yaptılar. Fakat sözlerine değer verilmedi. Musîbet gittikçe büyüdü. Bu dâvete uymayanları Halîfe ölümle tehdîd etti".



Târihin bu safhasını okuyup inceleyen herkesin göreceği üzere bu mihnet sırasında pek çok kimse hapsedildi, işkenceye tâbi tutuldu ve öldürüldü[1]. Bu mihnet, devletin havâs ve avâmıyla bütün halkı meşgûl eden bir mesele oldu. Irak ve diğer diyârlarda her çeşit meclîs ve cemâatlerde, köylü kentli herkesin diline düştü. Bu konuda âlimler arasında münâkaşalar çıktı. Ümerâ, ulemâyı, kadıları, fukahâyı ve muhaddisleri Mısır, Şam, İran vs. her yerde imtihâna başladı.



"Vaktâki Vâsık hilâfete geçti, Mısır kadısı Muhammed İbnu Ebî'l-Leys'e bütün nâs'ın imtihândan geçirilmesini yazdı. Fakîh, muhaddis, müezzin ve muallim işkenceye tâbi tutulmayan tek kişi kalmadı. Birçokları terk-i diyâr ederek kaçtı. Mihneti inkâr edenlerle hapishâneler doldu. Vâsık'ın saltanatı boyunca durum bu minvâl üzere devâm etti. Mütevekkil, hilâfete geçer geçmez, bu mihnetin kaldırılması için emir çıkardı. Bu kelimenin ne şekilde olursa olsun ağza alınmamasını emretti. Böylece nâs huzûra kavuştu[2]. Onbeş yıl boyunca tahammülfersâ bir azab ve işkence hayâtından sonra nesîm-i rahmeti teneffüs ettiler.



Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl adlı kitâbının el-Mahkûm aleyh bahsinde şunları söyler: "Kelâmullâh meselesindeki ihtilâf, bu konunun te'sîr ve şümûlü uzayıp gitmiş, insanları birçok fırkalara bölmüş, ehl-i ilimden pek çoğu bu yüzden imtihân ve mihnete tâbi tutulmuş, bir kısım insanlar bunu dinin en mühim meselelerinden biri kabul etmiş olsalar bile, o kadar mühim ve faydalı bir mesele olmayıp faydasız ve fuzûlî bir ilimdir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk bu ümmetin selef zümresini teşkîl eden Sahâbe ve Tâbiîn'i bunun münâşakasından siyânet buyurmuştur."

0 yorum: