1 Mart 2010 Pazartesi

Resûlullah'ın İstişare Ve İçtihatları:

Resûlullah'ın İstişare Ve İçtihatları:


Sünnet'in de vahye dayandığını kabûl edince karşımıza bazı sualler çıkacaktır: "Sünnet de vahye dayanıyorsa, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın istişârelerine, içtihâdlarına ne diyeceğiz? Verdiği kararlardan dönme örnekleri var, vahye dayansaydı dönüş olur muydu? vs.".
Şüphesiz açıklanması gereken bir husus. Hemen belirtelim ki, insan fıtratına uygun ve tedrîcîlik esasına göre gelen Kur'ân vahiylerinde de bu çeşit durumlara rastlarız. Seyyâl olan beşerî şartlara hitabeden vahiyde rastlanan seyyaliyetten normal ne olabilir. Nesh meselesi mânidârdır. Alimlerimiz, neshi prensip olarak kabûl etse de, kesinlikle mensuh olan âyetler hususunda çok geniş ve farklı izahlar sunarlar.
Şimdi istişâre meselesini ele alalım. Cenâb-ı Hakk, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e Ashâbıyla istişâre etmesini emretmiştir (Âl-i İmrân: 3/159). Bir başka âyette de mü'minlerin meselelerini istişâre yoluyla halletmeleri istenir (Şûra: 42/38). Öyle ise Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu mühim mevzuda örnek vermeli, istişârenin adâbını öğretmeliydi. Fiilen de öyle yapmıştır. Birçok fırsatlarda, şahsî görüşünü ileri sürmüş, daha isâbetli görüş ve teklif karşısında kendi teklifinden vazgeçerek ümmetine istişârenin mühim bir âdabını öğretmiştir: Makamına, ünvanına, ittihâz ettiği vaziyetten hâsıl olan müessiriyetine dayanarak şahsî görüşünde direnmemek, emrivakiye, dikteye gitmemek.
Keza, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zaman zaman ortaya çıkan yeni durumlar karşısında -asıl prensibi vahiy beklemek olmasına rağmen- içtihadlarda bulunmuş, hükümler vermiştir. Bu içtihadlarında isâbet ettiği gibi etmedikleri de olmuştur. İsâbet etmediği yâni Cenâb-ı Hakk'ın irâdesine uymayan hükümler verdiği zaman arkadan gelen vahiyle ikaz ve irşad edilmiş, hatası düzeltilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu çeşit tashîhlerin birçok örneği var. Kureyş müşriklerinin ileri gelenleriyle konuşurken, dinî birşeyler sormak niyetiyle gelen âmâ bir zâta, sözünü kesmemek için itibar etmemiş, ilgi göstermemişti ki, Abese Sûresi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ağır bir üslubla ikaz etmiştir. Keza, Bedir esirlerine yapılacak muâmele hususunda verilen karar da isâbetli olmamıştı. Arkadan gelen ikaz edici âyetler (Enfâl: 8/68) öylesine şiddetli olmuştur ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) üzüntüsünden ağlamıştır. Bu çeşit ikazlar vahiyle olduğu gibi bazan da melek vâsıtasıyla olurdu. Nitekim Hendek savaşından sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) silahı bırakmıştı ki, Cebrâil gelerek: "Melekler silahlarını bırakmadılar..." diyerek ikaz etti ve savaş sırasında düşmanla işbirliği yaparak müslümanlara ihânet eden Benu Kureyza kabilesinin cezalandırılması gerektiğini ihtar etti. Keza Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Tevbe Sûresi'nin -Hac sırasında- teblîğ edilmesi işini Hz. Ebû Bekir'e vererek Mekke'ye göndermişti ki, arkadan Cebrâil gelerek bu işi kendi âilesinden birinin yapmasını emretti. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arkadan Hz. Ali'yi göndererek, teblîğ işini yapmasını emretti.
Bu çeşitten çok sayıdaki örnekleri değerlendiren İslâm âlimleri ittifakla şu netîceye varırlar: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) içtihadlarında olsun, aldığı kararlarında olsun hata yapabilir, ancak bu hatası devam etmez. Cenâb-ı Hakk vahiy, ilham, melek gibi vâsıtalarla mutlaka ikaz eder, o hatayı tashîh eder. Binâenaleyh, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetleri karşısında "Bu ictihadında hata etmiş olabilir mi?", "Bu sözü, bu hükmü hata cereyan edenlerden biri olmasın?" diye tereddüt câiz değildir, hata etseydi ikaz edilir, sağlığında düzeltilirdi, Düzeltildiğine dâir rivâyet gelmemiş olan her içtihadı, her kararı, her sözü, her sünneti bizim için bir irşattır, kesin bir hakikattır, yolumuzu aydınlatan bir nurdur. Bu mesele münhasıran dinî olan hususta olsun, beşerî ve içtimâî hususta olsun, maddî hayatımızı ilgilendirsin, mânevî hayatımızı ilgilendirsin hepsi birdir, yeter ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan olduğu kesinlik kazansın. İman ve teslimiyet erbâbının te'lîf ettiği kitaplar ittifakla şu mânada ifâdelere yer verirler: "O'nun (aleyhissalâtu vesselâm) hadîslerinde gelen her şey haktır, doğrudur, güzeldir. Vahiy yoluyla gelmiş, ilhâmen gelmiş, melek vâsıtasıyla veya rüyada bildirilmiş farketmez, yeter ki, O'nun (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından beyân ve irşâd edilmiş bulunsun. Zira Cenâb-ı Hakk garanti veriyor: "O, kendi hevasından konuşmaz, onun konuştuğu vahiy iledir".
Bu konuya temas eden Serahsî aksi beyan gelmeyen sünnetin "yakinî ilmi" ifâde ettiğini, ona uymanın ümmete farz olduğunu söyler. Sahâbe'nin icmâından da geçen bu çeşit sünnet menşeli ahkâmdan hata ihtimalinin tamamen bertaraf olacağı gerçeğinden hareketle, onları inkâr edenin tekfir edileceğini ayrıca vurgular.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir kısım dünyevî meselelerde içtihad ve istişâreye yer verip, sonradan bazılarından rücu etmiş olmasının, pratik ve ümmetine öğreticilik yönü de ehemmiyetlidir. Serahsî'nin kaydettiği bir hüküm aynen şöyle: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, içtihâda dayanarak yaptıklarının bazılarında hata vukûa gelmesinden anlarız ki, onun dışındakilerin re'yinden hata hususunda asla emîn olunmaz". Ümmete, öğretici maksadla verilen -ve hepsi de bizce bilinen- muayyen örnekler dışında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkındaki genel hüküm O'nun (aleyhissalâtu vesselâm) her çeşit hatadan mâsum (yâni korunmuş) olmasıdır." 

0 yorum: