1 Mart 2010 Pazartesi

Kur'ân Ve Hadîs Arasındaki Fark:

Kur'ân Ve Hadîs Arasındaki Fark:


Yukarıda açıklamalarda yer verilen bâzı ifâdelerin, Kur'ân'la Sünnet'i âdeta bir elmanın iki yarısı gibi takdîm ettiğini gördük. Bâzı kayıtlarla bu ifâdelerin doğruluğunu kabul etmek zorundayız. Öyle ise burada o kayıtları belirtmekte fayda var.
Bu bahiste, Kur'ân'la Sünnet arasındaki benzer ve ayrılan noktaları lafz, sübût, mânaya delâlet ve ilim ifâde etme yönlerinden inceleyeceğiz.



1- Lafz Yönü.


Hemen ifâde edelim ki, Kur'ân-ı Kerîm Fatiha Sûresi'nden Nas Sûresi'ne kadar, her âyeti, her kelimesi ve her harfiyle vahiydir, kelamullahtır. Yâni âlemlerin yaratıcısı ve Rabbi sıfatıyla Cenâb-ı Hakk'ın kelamıdır, sözüdür. Vahy-i metluv olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelmiştir. Teblîği sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tasarrufta bulunması, elfazı değiştirmesi, artırıp eksiltmesi söz konusu değildir. Kur'ân-ı Kerîm'in bu vasfı her çeşit şüpheden uzaktır. Hattâbî, bu hadîsi açıklarken: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a metluv ve zâhir olan Kur'ân vahyi kadar da gayr-i metluv ve bâtın olan vahiy gelmiştir" dedikten sonra "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e, kendisine tanınan Kur'ân'ı beyân etme... Kur'ân'da zikri geçmeyen hükümleri ona ilâve etme iznine de sâhiptir" der. Nitekim, İslâm şeriatına Sünnet'in ilâve ettiği o kadar çok hüküm olmuştur ki, İslâm binasına Kur'ân ve Sünnet'in aynı derecede iştirakini ifade için bâzı âlimler: "Kitap, Sünnet'e bir yer bırakmıştır. Sünnet ise -daha önce belirttiğimiz üzere- mâna yönüyle gayr-ı metluv olarak gelmiştir ve bu mânayı lafza, ifâdeye dökme işini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yapmıştır. Ayrıca, sünnetin aynıyla zabtı ve muhafazası için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın -açıklayacağımız üzere- Kur'ân-ı Kerim'de olduğu gibi yazdırma, ezberletme... gibi tedbîrler almamış olması sebebiyle, hadîslerdeki elfazın aynen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözleri olduğu da kesinlikle iddia edilemez. Bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in verdiği ruhsata dayanarak, hadîsçiler, mâna korunmak şartıyla değişik kelimelerle hadîs rivayetine müsamâha göstermişlerdir. Öyle ise hadîste ziyâde ve noksan ihtimali dâima vâriddir. Nitekim, aynı meseleye temas eden hadîslerin râvileri değiştikçe lafızlarında az veya çok farklılıklara rastlanmaktadır. Şu halde Kur'ân'la hadîs arasında lafz yönüyle kıyaslanamayacak kadar fark vardır.

2- Sübût Yönü.


Bu noktadan da Kur'ân'ın eşsizliği açıktır. Kur'ân-ı Kerîm, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nasıl inmiş ise bize kadar, herhangi bir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Bütün Kur'ân muhtevası kelamullahtır, beşerî katkı söz konusu değildir. Kur'ân'ın hem ilâhilik ve hem de kesinlik vasfı onun, başka hiçbir esere nasîb olmayan mümtaz, mucizevî yönüdür. İki kere iki dört eder derken "dört" bütününe eşit değerde iki parçayla ulaşmamız gibi. Üç, bir daha dört eder deyince de aynı neticeye varıyoruz, ama taraflardan biri ağırlıklıdır. Öyle ise, Kur'ân mevzuunda lafzının ilahîliği kadar sübûtunun kesinliğini de bilmek gerekmektedir. Bu bilgi bilhassa, hadîsle yapılacak kıyaslamalarda ayrı bir ehemmiyet taşır. Konumuz açısından taşıdığı önem sebebiyle, -bilhassa mevzuun dışında olan okuyucularımızı göz önüne alarak- bir istidrak yapıp Kur'ân ve Hadîs'in zabtıyla ilgili kısa bilgi vereceğiz.
Öncelikle şunu kaydedelim ki, Kur'ân'ın kelamullah oluşu, onun mucizevî vasfıyla sâbittir. Kur'ân, kendisinin "kelâmullah" olduğunda şüphe edenlere meydan okumakta, bir sûresine edebî yönden bir benzer getirmeye dâvet etmektedir. Aradan geçen bunca zamana rağmen onun tek bir sûresine bile -ki tek satırdan ibâret olan sûreler de vardır- bir benzer getirilememiş olması onun ilâhîliğini isbata kâfidir.
Sûbûtun kat'îliği de şüphe götürmez bir durum arzeder. Aksini söylemek aklen mümkün değildir. Eksiklik, fazlalık, tağyîr iddia edecek kimse, dâvasını destekleyecek aklî, naklî ciddî bir delil bulamaz. Çünkü Kur'ân bize mütevâtiren gelmiştir. Yine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Kur'ân'ın zabtı hususunda öyle tedbirler almıştır ki, o sâyede pek çok ezberleyenler ve yazanlar yoluyla sonradan gelen nesillere ihtilafsız, münâkaşasız olarak intikal etmiştir. Bu tedbîrleri şöyle özetleyebiliriz:
1- Her bir âyet vahyedildikçe Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm), bunları derhal vahiy katiplerine yazdırmıştır.
2- Vahiy kâtiplerince yazılan bu ilk nüsha; derhal hem yazılı olarak çoğaltılmış ve hem de çok sayıda mü'min tarafından ezberlenmiştir.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), hâfıza ve yazıya ârız olabilecek hata ve yanılmaları önlemek için de kontrol müessesesi getirmiştir. Bâzı hususî muallimlerin evleri dolaşarak eski vahiyleri kontrol, yenileri tâlim etmesi gibi. Günümüzde bile "mukâbele" adıyla devam ettirilen "arza" an'anesi de bir kontrol müessesesi olarak burada hatırlatmaya değer: Her sene ramazan ayında, geçmiş yıllarda o ana kadar gelmiş olan vahiyleri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) önce Cebrâil (aleyhisselam)'e okumuş, sonra da, Mescid'de halkın huzurunda yüksek sesle cemaate kıraat buyurmuştur. Bu tedbîr, yazılanların ve ezberlenenlerin toptan kontrolden geçirilerek gerekli tashîhlerin yapılmasına imkân vermiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatının son ramazanında bu mukabele iki sefer tekrar edilir. Buna arza-i âhire denmektedir.
4- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), başlangıçta kendi sözlerini yazmayı yasaklamıştır. Bu yasak da Kur'ân'ın asliyetine düşebilecek gölgeyi bertaraf etmeyi gâye edinir.
5- Vahy'in ne zaman geleceği belli olmadığı için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), berâberinde dâima "kâtip" bulundururdu. Askerî seferler esnasında bile ihmal etmediği bu kâtipler, yanında kimsenin bulunmadığı istirahat anlarında dahi O'ndan (aleyhissalâtu vesselâm) ayrılmazlardı[1]. Risâlet-i Muhammediye'nin en hengâmeli ânı olan Mekke'den Medîne'ye hicret ânında bile berâberinde kağıt-kalem gibi yazı malzemesi bulundurmayı ihmal etmemiş olması Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, vahy-i ilâhî'nin yazı ile korunması hususundaki titizliğini göstermeye yeterlidir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) vefat ânına kadar, vahyin ne zaman kesileceğini bilmediği için, Kur'ân-ı Kerîm'e kitap şeklini vermemişti. Ama, harplerde çok sayıda hâfızın şehîd düşmesi, bu meselede Ashâbı (radıyallahu anhüm) harekete geçirmiş, Hz. Ömer'in teşebbüs ve teşvîkleriyle Hz. Ebû Bekir tarafından teşkîl edilen heyet, ayrı eşyalar üzerinde dağınık halde bulunan Kur'ân vahiylerine kitap şeklini vermiştir.
Tedvîn denen bu kitap hâline koyma işi ezberle kontrol edilen yazılı metinlerle yapılır ve binlerce Sahâbenin huzurunda cereyan eder. Mushaf olarak ortaya çıkan bu ilk nüshaya eksiktir, fazladır kabilinden Ashâbtan biri tarafından itiraz vâki olmamıştır, tarih kitapları böyle bir şeyden bahsetmiyor.
Bu ilk ve tek nüsha, dördüncü halîfe Hz. Osman (radıyallahu anh) tarafından çoğalttırılarak belli başlı merkezlere gönderilecek ve oralarda da tekrar bu asla uygun olarak yeniden yazdırılıp sayıları artırılacaktır.
Böylece, yazı ve ezber birbirlerini kontrol ederek, Kur'ân-ı Kerîm'i, ihtilafsız şekilde günümüze intikal ettirmiştir. Aksini söylemek mümkün değildir, söyleyen târihe, ilme ve akla ters düşer, delil getiremez.
Hadîsin zabtı ise böyle olmamıştır. Gerek Kur'ân âyetleri ve gerekse bizzât Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm) sünnetin öğrenilmesi, yayılması, sünnetle amel edilmesi hususunda teşvîk ve irşadlarda bulunmuş ise de Kur'ân-ı Kerîm'inkine benzer sistematik, ısrarlı ve resmî bir zabtetme müessesesi ortaya konmamıştır. Ashâb çoğunlukla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinleyerek hadîs öğrenmiştir. Sistemli şekilde yazan ve hattâ yazdıklarını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arzedip kontrol ettiren sahâbîler de vardır. Ancak, bunlar resmî tedbirler değil, hususî himmetlerdir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetini resmen derleyip kitaplar hâlinde ortaya çıkararak muhâfaza altına alma işi birinci hicrî asrın sonlarına doğru Emevi halîfelerinden Ömer İbnu Abdilazîz (radıyallahu anh) tarafından ele alınacaktır. Kur'ân'ın tedvînine, meşhûr hâfızların vefatları sebep olduğu gibi, hadîslerin tedvînine de Sahâbelerin tükenmeleri, hadîsi iyi hilen âlimlerin ortadan kalkmaya başlamaları sebep olmuştur.
Şu hâlde, Kur'ânla sünnet arasında sübût yönünden mühim bir fark mevcuttur. Bir bütün olarak düşünecek olursak, sünnetin sübûtu yâni Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbetindeki sıhhat, Kur'ân gibi değildir. Kur'ân, her çeşit şüpheden uzak olarak kesin iken, sünnet zannî'dir.
Sünnet'i, bütün olarak değil de tafsilî olarak ele alacak olursak kısımlara ayrıldığını  görürüz:
1- Mütevâtir olanlar: Bu çeşit sünnet çok sayıda kimseler tarafından rivâyet edildiği için sübûtu kesindir. Haîz olduğu objektif şartlar sebebiyle sübûtunu inkâr etmek aklen mümkün değildir. Ancak bu çeşit hadîsler miktârca azdır.
2- Mütevâtir olmayanlar: Bunlara haber-i vâhid de denir. Bu gruba girenler, çeşitli nokta-i nazardan taşıdıkları vasıflar sebebiyle a) Sahîh, b) Hasen (sahih olma ihtimali gâlib), c) Zayıf olmak üzere üç ana bölüme ayrılır. Mevzû denen uydurma hadîsler konumuza girmez.
Sahîh hadîs, sübût yönüyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbeti kesin olan, ifâde ettiği hüküm yönüyle de âyet veya başka bir sahîh hadîse muhâlefet etmeyen hadîstir. Buradaki sübût'un kesinliği izâfidir, mütevâtirde olduğu gibi mutlak değildir.


3- Mânaya Delalet Yönü:


Bu hususta Kur'ân âyeti ile sünnet arasında kesin benzerlik mevcuttur. Yâni, Kur'ân-ı Kerîm'de mânası, ifade ettiği hükmü açık âyetler olduğu gibi, böyle olmayan âyetler de vardır. Sünnet de böyledir, bâzı rivâyetler açık ve kesindir, başka türlü yoruma, anlamaya müsâid değildir. Farklı anlama ve yorumlara imkân veren hadîsler de vardır. Gerek Kur'ân ve gerekse sünnette mâna ve delâleti kesin olan ibârelere nas veya muhkem denir.

4- İlim İfâde Etme Yönü:


Kur'ân ve mütevâtir hadîsle sabit olan her şey kesin ilim ifâde eder. İslâm âlimleri, mütevâtir haberle Kur'ân âyeti arasında bu noktada ayırımı yapmazlar. Dolayısıyla mütevâtir haberle sâbit olan bir meseleyi inkâr eden kimse ile âyetle sâbit olan meseleyi inkâr eden birdir, her ikisi de tekfîr edilir.
Haber-i vâhid, râvinin hata etmiş olma ihtimalini taşıdığı için kesin (yakinî) ilim ifâde etmez. Az da olsa bâzı hadîsçiler haber-i vâhid'in de yakinî ilim ifâde edeceğini söylemiştir. Her hal ü kârda kendisiyle amelde haber-i vâhid hüccettir. Haber-i vâhid'i inkâr eden -sübûtundaki zannîlik sebebiyle- tekfir edilmezse de günahkâr olur, inkârı te'vîle dayanmazsa tadlîl olunur yani delâlete düştüğüne hükmolunur. Ancak, "haber-i vâhid"in meşhur denen birçok tarîkten gelmiş kısmını inkâr etmenin delâlet olacağı belirtilmiştir. Şurası açıklıkla ifâde edilmiştir ki, sahîh bir hadîsi istihfaf etmek ve meselâ böyle bir düşünce ile: "Çok işittik" demek küfürdür.
Şu halde, dinî bir delilden çıkarılacak hükmün bağlayıcılık derecesi, yâni bu hükmün târz veya vâcib veya sünnet veya müstehab gibi vasıflardan birini alması onun hem sübût ve hem de mânaya delâletteki kesinlik durumuna bağlıdır. Kur'ân'dan bir âyet veya mütevâtir bir hadîs sûbut yönüyle kesin bile olsa mânaya delâleti zannî olabilir. Binâenaleyh, Kur'ân âyetleri her defasında amel nokta-i nazarından farz veya vâcib ifâde etmez. Haber-i vâhid de, sübûtundaki zannîliğe rağmen her seferinde müstehab, mendub, -fıkhî tâbir olarak- sünnet ifâde etmez. Haber-i vâhidle (ve hatta bazan zayıf olduğu kabul edilen haber-i vâhidle) ihmali mümkün olmayan pekçok şer'î ahkâm teşrî edilmiştir; vâcib, haram, helâl hükmü verilmiştir; misallerini daha önce kaydettik.





Düzenleyen : Ömer ;Faruk Ayyıldız (site Admini)

0 yorum: